20 August 2023

Terzi Leonidas Efendi / Öykü




Terzi Leonidas Efendi

 

 

Haberi kendisinden önce gelmişti.

Mübadele zamanı gözlerinden akan yaşlarla kasabadan ayrılarak Yunanistan’a giden Leonidas Efendi, aradan geçen onca seneden sonra, sağlığı elverir, bir aksilik çıkmazsa karısı ve oğluyla ziyarete gelmek istiyordu.

Ara sıra gönderilen mektuplarla da olsa bağını hiç koparmadığı çocukluk arkadaşı Vasıf Bey’e yazdığı son mektubunu “Sevgili kardeşim, tanrı ölmeden önce eski memleketimi görme arzumu gerçekleştirmeme yardımcı olur umarım,” diye bitirmişti.

Leonidas Karayani...Terzi Leonidas Efendi...

Yıllarca bir kuş olsam da memleketime uçsam umudunu yüreğinde özlemle biriktirmişti.

Kasabanın yaşlıları bu gözütok, insan canlısı dostlarını, maharetli terzilerini unutmamışlardı. Ve hatta hikayelerini büyüklerinden dinleyen orta yaşlı kasaba insanları da...

Terzi kasabada herkes tarafından sevilirdi.

Onun gitmesiyle kasabanın ışıkları sönüvermişti sanki.

Bazen Vasıf Bey, Leonidas Efendi’nin mektuplarında yazdıklarını kasabanın kahvesinde oturur, tavla oynarken arkadaşlarına anlatırdı.

“Çok üzüldüm. Acıdım vallahi!  Hani bizde bir atasözü vardır: Terziye göç demişler, iğnem yanımda demiş. Ama onunki hiç de öyle kolay olmamış.”

Ailesi ile birlikte Ege’nin dünya güzeli kasabasından, memleketinden Yunanistan'a zoraki göçerken kalbi gibi iğnesi de kırılmış meğer.

Yeni hayatına uyum göstermekte çok zorlanmıştı. Uzun süre mesleğini icra edememişti.

Anadolu’dan göç edenlerin nerdeyse tamamı “yeni” yaşamlarına uzun yıllar alışamamışlardı. Kendilerini vatanlarındaymış gibi hissedememişlerdi.

Göçtükleri bu yeni ülkede, Yunanistan’da, kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmek için bir arada yaşamışlardı. Yerleştikleri yerlere başlarına yeni (Nea) kelimesini ekleyerek geldikleri şehirlerin, kasabaların isimlerini koymuşlardı.

Leonidas Efendi ve ailesi, Atina’da İzmir’den gelenlerin yaşadığı Nea Zmirni semtinde oturuyordu.

Semt sakinlerinin toplaştıkları kahvehanelerde muhabbet dönüp dolaşıp eski memleket hikayelerine gelirdi hep.

***

Vasıf Bey, eski zamanları gençlere şöyle anlatıyordu:

"Bizim zamanımızda daha henüz öyle dükkanlar, hazır elbise mağazaları falan yoktu. Evde dikiş bilen birisi varsa, anamız, ninemiz, artık her kimse o dikerdi, yoksa terzilere diktirirdik.  

Zaten takım elbise dikimi usta terzi işiydi.

Terzinizin elindeki kumaşlardan seçebilir ya da dışarıdan kumaş tedarik edip terzinize götürebilirdiniz. Sonrasında mezura ile boy, basen, bel, göğüs, kol ve bacak boyu ölçünüz alınır, terziniz istediğiniz modele ve ölçülerinize göre bir kalıp çıkarır ve kumaşı biçer, keserdi.

Kumaş biçilip kalıba göre birleştirildikten sonra terziniz sizi provaya çağırırdı. Bu ilk provaya terzilik lisanında ‘çıplak prova’ denirdi. İkinci prova ise ‘telalı prova’ydı. Üçüncü ve genelde son olan provada artık elbise meydana çıkar, son rötuşlar yapılırdı. Elbiseniz hazır olduğunda teslim alır, güle güle giyerdiniz.”

Leonidas Efendi, ustasından öğrendiği mesleğini ilerletmiş, küçük dükkanını adeta bir moda evine dönüştürmüştü.

Terzilik mesleği altın bilezikti bir zamanlar. Usta terziler aynı anda birçok çırak yetiştirmelerine rağmen çırak seçerken mutlaka seçici davranırlarmış. Elinin yatkınlığı, gözlerinin sağlamlığı, dikkatli, sabırlı ve titiz olması bir çırak adayını tezgah başına geçiren önemli etkenlerdenmiş.

***

Leonidas Efendi, giderken dükkanını kıdemli kalfası Şerafettin’e devretmişti.

Adet böyleydi.

Şerafettin Bey, diğer çırakların arasından sıyrılmış, zamanla Leonidas Efendi kadar olmasa bile iyi bir terzi olmuştu.

On yaşında çırak olarak başladığı terzilik mesleğini bu küçük dükkanda devam ettirmiş, elinden iğne ve ipliği düşürmemişti.

Onun da haylazlık ettiği, ustasını kızdırdığı zamanlar olmuştu.

O sabırlı adamı çileden çıkarıp kızdırmak ayrı bir maharetti. Bir iki kere Leonidas Efendi kendine hakim olamayıp kulaklarını çekmişti. Zaten kocaman kulakları vardı. Arkadaşları arasında ustası çektiği için kulakları uzadı diye bir rivayet yayılmıştı. Adı kepçekulak Şerafettin’e çıkmıştı.

Hamarat bir çocuktu. Çıraklığında da, kalfalığında da ustasının eli ayağı olmuştu.

Sabahları dükkana ustasından önce gelir, temizliği yapar; ardından kömür ütüsünün külünü döker, temizler, yeni közleri hazırlardı.

Şerafettin Bey de yıllardır bıkmadan usanmadan aynı işi yapıyordu.  

Ancak siparişleri yetiştirmekte zorlandıkları günler geride kalmıştı. Müşterilerin isteği üzerine takım elbise ve özel pantolon dikmek yerine sökük ve paça tamiri ile ütü yaparak mesleğini sürdürmeye çalışıyordu. Artık allah ne verdiyse...Hazır giyim sektörü; pantolonlar, giysiler daha ucuz oluyordu. Nerdeyse işçilik parasına pantolonlar vardı konfeksiyon mağazalarında. İnsanlar genelde hazır giyimi tercih ediyordu. 

Sadık müşterileri olmasa Şerafettin Usta da ayakta duramazdı.

Ona rağmen her gün dükkanına giderek çok sevdiği mesleğini yapıyordu.

Ustasını aratmamak için elinden geleni yapmıştı.

Ustasının anısına saygıdan dükkanda hiçbir şeyi değiştirmedi. Sokaktaki tabelasını bile.

“Erkek terzisi Leonidas Karayani”

İşgüzar bir kaymakam Şerafettin Bey’i tabela konusunda uyarmıştı:

“Leonidas Efendi yok artık. Tabelayı değiştirmeniz uygun olur,” demişti.

Şerafettin Bey, başına dert almak istemedi. Yeni bir tabela yaptırmayı, “Altın Makas erkek terzihanesi” yazdırmayı düşündü. Bir arkadaşının Türkiye’de neredeyse her şehir ve kasabada “Altın Makas” isimli bir terzi dükkanı olduğunu söylemesi üzerine vazgeçti.

Leonidas isminin üzerine bir makas deseni yaptırıp, monte etti. Tabelada sadece makas resminin yanında “Erkek terzihanesi” yazıyordu.

***

Leonidas Efendi, kasabada yaşadığı yıllarda oranın sadece terzisi değildi.

Küsleri barıştıran. Çaresizlere derman olmaya çalışan bir kasaba bilgesiydi aynı zamanda.

Zamanının boş kısmını fakir fukara için bir kaç parça giysi dikmek için harcardı.

Okula başlayan bütün çocukların önlükleri onun elinden çıkardı.

Hali vakti yerinde olana parasına, olmayana duasına elbise dikmişti senelerce.

Parası olmayan dikiş bedeli yerine üzümünü, kavununu, incirini, zeytinini verirmiş.

İyi bir terziydi. Pek büyük sayılmayan dükkanında sabahlara kadar uğraşıp didinirdi.

En önemlisi dürüst bir esnaftı.

Konuşmalar arasında Leonidas Efendi’nin dürüstlüğüne sıra geldiğinde kasabalıların aklına eski bir olay gelir gülerlerdi:

Yakın kasabalardan birinde başka bir terzi varmış: Terzi Remzi.

Arkasından üç kağıtçı Remzi diye konuşurlarmış.

Müşterilerinden biri takım elbise diktirmek için İstanbul’dan, bir tüccardan pahalı bir İngiliz kumaşı almış, getirmiş.

Birinci prova, ikinci prova derken artık elbise bitme aşamasına gelmiş. Müşteri elbisesini almak için heyecanla terzinin dükkanına gitmiş. Beklerken kapıdan içeri sekiz dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğu girmiş. Terzi Remzi’nin küçük oğlu... Müşteri bir bakmış çocuğun üzerindeki pantolon kendi getirdiği kumaştan arta kalan parçadan yapılmış.

Bereket versin sıska, çelimsiz bir oğlanmış.

Kızmış, bir tuhaf olmuş, ama anlamamış gibi davranıp, yüzlememiş.

Bir keresinde bu olay konuşulduğunda Vasıf Bey, içini çekerek, “Eee, herkes aynı değil. Bu tür şeyler yaşanınca dürüst insanların değeri daha çok anlaşılıyor. Öyle değil mi?” demişti.

O devirde terziler önemli adamlardı.

Kasabanın bütün ileri gelenleri; kaymakam, belediye başkanı, hakim, savcı, doktor bey, okul müdürü, hepsi Leonidas Efendi’nin müşterileriydi. Tüccarlar, eşraftan zenginler, damat adayları...

Kasabalılar onu hiç unutmamışlardı. Fırsatı geldikçe adını anarlardı.

Yerel inanışlara göre de terziliğin önemli bir yeri vardı.

Rüyalarda terzi dükkanı görülmesi kısmet ve rızka delalet ederdi. Herkes için iyiliğe ve adalete işaretti.

Güya rüyada terziden yeni elbise almak zenginler için daha çok mala, yoksullar için refaha, memurlar için bir üst makama terfiye, tüccarlar için bereketli kazançlara, çiftçi için bereketli topraklara, diğer insanlar için ucuzluğa, kalp temizliğine, hamile kadının sağlıklı evlat doğurmasına tabir edilirdi.

Hatice nine, balkonundan, karşı pencereye Avniye ablaya seslendi:

“Kız, duydun mu terzi Leonidas Efendi, geliyormuş.”

“Duydum abla, duydum. Hayırlara vesile olur inşallah.”

***

Haber çabuk yayılmıştı.

Leonidas’ın akranı kasabanın yaşlıları dolaplarında hala muhafaza ettikleri güvelerin iştahını kırmak için keskin ve kendine özgü bir kokulu naftalinlerle korunan takım elbiselerini askılarından indirdiler, torbalarından çıkardılar.

Senelerdir giyilmemiş naftalinli elbiseler, kasabanın ihtiyarlarının yaşlanınca ufalmış bedenlerine bir iki beden bol oluvermişti.

Zamana yenik düşüp, bu dünyadan göçenlerin bir kısmının da oğulları, torunları elbiseleri giydiler.

1960’lı yıllardan birinin güzel, güneşli bir günüydü kocaman siyah bir araba kasabanın yukarı çarşısındaki meydana girince etraftaki kahvelerde bekleşenler sevgili terzilerini karşılamak için ayaklandılar, dışarı fırladılar.

Otomobil meydandaki koca çınarın altına yanaşıp, parketti.

Arabadan önce Leonidas’ın oğlu ve gelini, arkadan hanımı ve Leonidas indi.

Kasabalılar arabanın etrafını sarıp, alkışlar ve ıslıklarla eski dostlarını selamladılar.

Birden naftalin kokan takım elbiseli bir kalabalığın arasında kalan Leonidas şaşırdı.

Yaşlılardan Hafize teyze:

“Abovvv, bizim terzi hiç değişmemiş. Buradan göçerkene neydiyse aynısı.”

Avniye teyze, uyardı:

“Kız, o, Leonidas Efendi değil, oğlu. Terzi şu arkadaki ihtiyar.”

“Aaa, o da kocalmış disene.”

Bu konuşma geçen zamanı özetliyordu:

Oğlu yaşında kasabadan göçen terzi Leonidas Efendi, seksenlik bir ihtiyar olarak dönmüş, memleketini ziyaret ediyordu.

Bastonuna yaslanarak etrafını saran kalabalığı dikkatli gözlerle taradı.

Elbiseleri hayret verecek derecede hatırlıyordu.

“Sen, Mahmut Bey’in oğlusun galiba?”

“Evet, nerden anladınız?”

“Elbiseden. Kumaşından.”

“Kendisi biraz rahatsız, çok istedi, ama gelemedi. Evde.”

“O zaman biz gideriz ona.”

***

Şerafettin Bey, dükkanından fırlayıp ustasını karşılamaya çıktı.

Üzerinde ustasının ona diktiği damatlık elbisesi vardı. Naftalin kokusu dolapta muhafaza edilen bu elbiseye de sinmişti, ama önemli değildi.

Leonidas Efendi’nin üzerinde de o günün anısına kalfasının ona diktiği takım elbise vardı.

Karşılaşmaları çok duygusal anlar yaşamalarına neden oldu. İkisi de ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı.

Şerafettin Bey, Leonidas Efendi’nin elini yakalayıp öptü. Ustası elini kaçırmadı. Usta çırak ilişkisinin bir geleneği idi bu.

Çırak ustasını hiç unutmamış, yokluğunda güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmamıştı.

Leonidas Efendi, yıllarını geçirdiği eski dükkanına girip, kesim masasının arkasındaki arkalıklı koltuğuna oturdu.

Getirilen kahvesini yudumlarken hiç konuşmadan her şeyi gözden geçirdi.

Kesim makası, iğnedenlik, yüksüğü, mezurası, dikiş makinası, hepsi yerli yerindeydi.

Gözleri buğulu, “Yahu neredeyse hiçbir şey değişmemiş sanki. Duvarlardaki resimler bile aynı,” dedi.

Çırağına bakıp, “Terzi, sadece elbise değil, gönül yapmayı da biliyor, kerata,” dedi.

O sırada Leonidas Efendi’nin duvardaki eski saatinin guguk kuşu onu onaylamak istermiş gibi başını çıkarıp günün yeni bir saatinin başladığını haber verdi.

26 March 2023

Şoför muavini / Öykü

 


Şoför muavini

 

 

Şoför muavinliği basit bir iş gibi görünüyor, ama değil, ayrıca yorucu.

Süleyman, tam şöyle en arka taraftaki boş koltuğa oturup, bir nefes alıp, dinlenmeye niyetlenirken hooop ihtiyaç molası.

Sesini, nefesini ayarlayıp otobüsün mikrofonundan anons yapıyor:

“Değerli yolcularımız, aracımız yirmi dakikalık ihtiyaç molası verecektir. Hareket saatinde yerlerinizi almanız önemli rica olunur.”

Hata yapmadan anons yaptığı için gururlanıyor.

Mikrofonun ekosunu da iyi ayarlamıştı bu sefer.

Eskilerde olduğu gibi “Çaylar şirketten, müessesemizin ikramıdır,”  demeyi de çok isterdi, ama artık malum ekonomik nedenlerle olamıyor.

Otobüs park ediyor.

Yolcular tuvalet sırasında önlerde olabilmek için koşturuyorlar.

Bir kısmı da  hemen cebindeki sigara paketine, çakmağına davranıyor.

Bazılarının ayakları uyuşmuş, sarsak adımlarla yürüyüp kendilerine gelmeye çalışıyorlar.

Bir delikanlı, ön koltuklarda oturan gözüne kestirdiği bir kıza yanaşıp, cesaretini toplayıp, “Siz de mi İzmir’e gidiyorsunuz?” diye soruyor.

Kız:

“Sömestr tatili için eve gidiyorum,” diye cevap veriyor.

Oğlan:

“Anladım,” diyor.

Neyi anladığı belli değil. “İzmir’e mi gidiyorsunuz?” diye sormuştu, kız, “Eve gidiyorum,” demişti. Yani kızın ailesi İzmir’de mi yaşıyordu? Bunu mu anlamak lazım?

Neyse, maksat hasıl olmuş, kızla oğlan aralarındaki barikatı yıkıp konuşmaya başlamışlardı.

Süleyman, elindeki tazyikli su fışkırtan hortumu otobüsün ön camına tutuyor.

Cam yolda çarpıp yapışan, uçuşan sinek, böcek ölüleriyle dolu.

Sonra içeriye içme suyu takviyesi yapıyor.

İhtiyar bir adam yanaşıp, “Balıkesir’e daha çok var mı delikanlı?” diye soruyor. “Bak ha, sakın unutma, beni orada indireceksiniz.”

“Tamam abi, zaten yolcumuz var, garaja gireceğiz,” diyor.

Birden 16 numarada oturan “Bana Akhisar’da haber ver evladım,”  diyen yaşlı kadın aklına geliyor.

“Unutmamam lazım,.. unutmamam lazım,” diye içinden tekrarlıyor.

Mola bitiminde kaptan şoför otobüse binip kontağı çeviriyor.

Direksiyonda kaptanların kralı, yılların tecrübeli şoförü Kazım abi var. İlk defa onunla göreve çıkıyor. İkinci şoför de tecrübeli. Onun adı da Zülküf.

İyi, tecrübeli otobüs şoförünün ayağı ikide bir gaza, frene, sonra debriyaja gitmez. Yol iyi, araç da bakımlı ise otobüs asfaltta yağ gibi kayar, gider. Bunlar öyle şoförler işte.

Süleyman, ön koltuktan başlayarak arkaya doğru yolcuları sayıyor, sonra Kazım kaptana doğru “Tamam abi,” diye sesleniyor.

Niyeti su, çay, kahve servisi yaptıktan sonra en arkaya geçip dinlenmek, ama oraya şimdi de ikinci şoför Zülküf uzanmış.

İşini bitirdikten sonra en arkanın önündeki boş koltuklardan birine oturuyor.

Zülküf kaptan, gözlerini aralayıp, “Seninle daha önce birlikte sefer yapmış mıydık delikanlı?” diye soruyor.

“Bir defa yaptık diye hatırlıyorum abi.”

“Çok oldu mu işe başlayalı?”

“Altı ayı geçti.”

“Daha yenisin. Şoförlüğün var mı?”

“Küçük araç ehliyetim var. Babamın bir kamyoneti var. Dükkana mal taşımak için kullanıyor. Ara sıra ona yardım olsun diye ben kullanıyorum.”

“Anladım.”

“Aslında ben coğrafya öğretmeniyim atamam iki senedir çıkmayınca, dayanamadım; bu işi buldum, çalışıyorum. Parası biraz az, ama çaresi yok.”

“Vay, coğrafyacısın öyle mi? O zaman sen İzmir’in hangi eylem ve boylamda olduğunu bilirsin.”

“Ee, yani…”

“İstanbul-İzmir arasında hangi şehirlerden, kasabalardan geçtiğimizi de…”

Güldü.

“Bak, sen genç bir delikanlısın bilmeyebilirsin, eskiden Yugoslavya ve Çekoslovakya diye devletler vardı bilir misin?”

“Bilirim. Okuduk bunları. Ama bu daha çok tarih öğretmenliğinin konuları arasında.”

Meğer Zülküf abi, Boşnak’mış. Yani Yugoslavya göçmeni.

Zülküf kaptan, eliyle yaklaşmasını işaret ediyor. Elini ağzına siper ederek Süleyman’ın kulağına “Bak, çaktırma, Kazım abinin karısı kaçmış. Adamcağız çok dertli. Dikkatli ol. Onu kızdıracak, üzecek bir harekette bulunma,” diyor.

“Tamam abi.”

16. Koltuktaki teyze uyuyor.

“Unutmamam lazım,” diye içinden yeniden tekrarlıyor.

Yolculardan biri ortalarda oturan birini işaret ediyor. O tarafa doğru gidiyor. Adam horluyor. Hem de ne horlama! Motorun gürültüsünü bile bastıracak neredeyse.

Şikayetçi yolcu, dürtüp uyandır gibisinden işaret ediyor.

Çekiniyor. Tereddüt ediyor. Ama yapması lazım.

Zülküf kaptandan destek alabilir miyim diye arka tarafa bakıyor. O ise gözlerini yeniden kapatmış, uyuyor.

Horlayan yolcu kendi yaşlarında bir genç. Efendiden birine benziyor. Ama ne olur, ne olmaz…

Hafifçe omuzuna dokunuyor. Genç delikanlı, gözlerini aralayıp, şaşkın şaşkın bakınıyor. Durumu anlayıp, mahçubiyetle gülümsüyor.

Süleyman:

“Boksör müsünüz?” diye soruyor.

Delikanlı:

“Yooo!” diyor.

“Peki, ya judocu veya karateci falan mısınız?” diye soruyor.

Çocuk sorulara anlam veremiyor:

“Hayır efendim, nereden çıktı?”

“İyi de, o zaman ne cesaretle horluyorsun, kardeşim?”

Genç delikanlı, karşısında gülen Süleyman’a bakıp, espiriyi tam anlamasa bile o da gülüyor.

En arka koltuktaki ikinci şoför uyanmış ön tarafa kaptan şoförün yanına giderken “Bize birer kahve yap ta içelim,” diyor.

Kahveleri verdikten sonra arka taraftaki ikinci şoförden boşalan yere geçiyor.

Çok yorulmuştu.

Bu yorgunluğa dayanmak mümkün mü?

Hemencecik dalıp gitmişti.

Gözlerini açıp camdan dışarı baktığında Akhisar’ı çoktan geçtiklerini, Manisa’ya vardıklarını anlıyor.

16. koltukta oturan yaşlı kadın aklına geliyor. Eyvah ki, eyvah!

Kadın hala uyuyor.

Yerinden fırlayıp kaptan şoförün yanına gidiyor. Durumu anlatıyor.

Kazım Kaptan, “Hay aptal oğlum, hay aptal oğlum!” diye söyleniyor.

İkinci şoför:

“Dönelim bari,” diyor.

Kaptan şoför, anlamsız anlamsız ona bakıyor.

“Yahu, herkes uyuyor zaten, kimse anlamaz.”

Sessizlik oluyor.

Süleyman, “Abi, evet, herkes uyuyor,” diyor.

Kazım Kaptan, yolu kontrol ederek manevra yapıp, geri dönüyor.

Akhisar’a geri geliyorlar.

Süleyman, yaşlı kadının yanına gidip, sessizce uyandırıyor.

“Teyze Akhisar’a geldik,” diyor. “Bagajınız var mıydı? Hangi tarafta?”

Kadın, “Ah yavrum, teşekkür ederim,” diyor. Ayağının dibindeki çantasına uzanıp bir ilaç kutusu çıkarıp, “Doktor günde üç tane içeceksin dedi. Birini otobüse binmeden önce içmiştim. Kızım diğerini otobüs Akhisar’a varınca içeceksin, sakın unutma anneciğim demişti. Hadi bana bir bardak su getir de ilacımı içeyim.”

Kadının inmeyeceğini öğrenince şaşkınlaşmış suratıyla gidip, şoförlere durumu anlatıyor.

Önce kızıyorlar, ancak sonra olayın komikliğinden dayanamayıp hep birlikte kahkahalarını salıveriyorlar.

Süleyman, gidip bir şişe su götürüyor kadına.

Birer kahve daha yapıyor kaptanlara.

Manisa’ya kadar durup durup, yeniden hatırlayıp gülüyorlar.

Zülküf kaptan, “Peki, orta sırada oturan delikanlıyı uyandırıp, ne söylemiştin ona?” diye soruyor.

Süleyman, orta sırada oturan delikanlıya baktı. Yine uyuyordu, ama bu defa horlamadan.

Onunla ne konuştuklarını söyledi kaptanlara, sonra yakın zamanda başından geçen başka bir olayı anlatmaya başladı:

“Abi, belki siz de duymuşsunuzdur; bir defasında başka kaptan abilerle, Yılmaz abi ve Mükremin kaptanla görevdeydik. Yine böyle horlayan bir yolcu vardı otobüste. Gittim, nezaketle adamı uyandırdım. Adam gözlerini açtı, kötü kötü baktı. Çeneme bir yumruk çaktı. Bir de öbür eliyle suratıma tokadı yapıştırdı. Şaşırmıştım. Görevim icabı adamı kibar bir şekilde uyandırmıştım. Arkadan Yılmaz abi, olayı gördü koşturarak yanımıza geldi. Herif ona da iki yumruk çakıp, devre dışı bıraktı. Mükremin kaptan da olayı fark etmişti. Otobüsü sağa çekip, durdurdu, yanımıza geldi. O da iki üç yumrukla heriften nasibini aldı. Bütün yolcular uyanmış, dehşetle bizi izliyorlardı. Adam azgın bir boğa gibiydi. Başa çıkılabilecek gibi değildi. Tırstık, vazgeçtik herifle uğraşmaktan. Adam, bizim halimize gülüp, pis pis sırıttı; ‘Benim adım Cengiz, boksörüm; bu vesileyle tanışmış olduk,’ dedi. Koltuğuna oturup, yayıldı, sanki hiçbir şey olmamış gibi yeniden uyumaya başladı. Biz de çaresiz, adama bulaşmamaya karar verip yola devam ettik.”

Kazım kaptanla, ikinci şoför Zülküf kaptan yine gülme krizine yakalandılar.

Maceralı, ama aslında eğlenceli bir başka yolculuğun nerdeyse sonuna gelmişlerdi.

Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Aşağılarda güzel İzmir’in ışıkları gözükmeye başlamıştı.

 

25 March 2023

Uçan baloncu aşık olursa / Kısa öykü

 

 

Uçan baloncu aşık olursa

 

 

Rıza, Ayşe’yi babasından istedi.

Babası Ayşe’yi Rıza’ya vermedi.

“Neden?” diye sordu.

Cevap kısaydı:

“Senin aileni geçindirebilecek düzgün bir işin yok, oğlum.”

Rıza, sokaklarda uçan balon satıyordu. Kazancı kendisine yetiyordu, ama aile geçindirmek başka bir şeydi. Hele bir de çocuklar olunca…

Üzüntüsünden yemekten içmekten kesildi…

Zaten kara, kuru, ufacık bir adamdı; iyice zayıfladı, bir deri, bir kemik kaldı.

Sıkı bir rüzgar esse savrulup gidecekti neredeyse. Öyle de oldu zaten.

Toptancıdan balonları almış, sokağa çıkmıştı ki hava birden bozdu; şiddetli bir rüzgar esmeye başladı.

Rıza’nın ağırlığı balonları zaptetmeye yetmedi, ayakları yerden kesildi.

Bereket versin etraftakiler çabuk farkettiler, koşup ayaklarından yakalayıp, asılıp, kurtardılar.

Yoksa balonlarla beraber havalanıp gidecekti zavallı Rıza.

Horoz / Kısa öykü

 


 

Horoz

 

“Senin horozun çok ötüyo be akideş.”

“Seninki ötme mi?”

“Benimki seninki gibi ötmeyo. Kes, afiyetle ye onu. Senin bu horoz yüzünden çoluk çocuk uyku muyku uyuyamaz olduk.”

“Aboovvv! Verdiği akla bak hele.”

***

“Kafayı sıyırmış bizim komşu,” diye anlattı Halit amca karısına bu olayı.

“Hiç horoz öttü diye bir mevzu olur mu? Horoz bu, tabii ki de öter.

Horoz öter. Kuşlar dallarda cıvıldaşır. Sonra mevsimi gelir cırcır böcekleri çıkar ortaya.”

Karısı terasta çiçekleri sularken, çayı elinde iskemleye çökmüş anlatıyordu:

“Dalgalar kıyıyı döver. Çocuklar bahçelerde oynaşır. Rüzgar pencerenin pancurlarını sallayıp tangırdatır.”

“Bey, elin değdiğinde şu tuvaletin kapı menteşelerini yağlayıver. Gece tuvalete gidince fena gıcırdıyor. Çocuklar uyanıyor.”

“Tamam hanım,” diye cevap verip, devam etti:

“Yağmur damlaları camlara şıpır şıpır dökülür.”

O sırada Sarı Mustafa kamyonetiyle yoldan tozları kaldırmış geçerken korna çalıp selamladı.

“Mustafa arabasının kornasını çalar. Hayat böle. Bunlarsız olu mu hiç?”

“İyi dersin, doğru dersin bey.”

“Bizim komşu tırlatmış, senin onun karısına bir ara tembihleyiver de, konuşsun aklını başına toplasın.”

***

Halit amca, bahçeye çıkınca yine komşusuyla burun buruna geldi.

“Bak komşu sen kesmezsen ben kesecem horozunu ona göre.”

“Vay be akideş, kes bakalım da görem. Ben de seninkini keserim.”

***

Allahın işi, çok geçmedi, kendi horozu eceli gelip ölünce komşusu iyice çekilmez hale gelip, abuk sabuk konuşmaya başlamıştı:

“Ölecek horoz ölmez de benim horozum ölür, allahım adaletin bu mu!?”

***

Bir sabah kalkıp bir baktı horozu bahçede yoktu. Bu deli komşu horozumu kesmiş olmasın diye endişelendi haliyle.

Bütün bahçeyi aradı, taradı yoktu.

Yola, karşı tarlaya baktı yoktu.

Komşunun bahçesiyle aralarındaki çite usulca yanaşıp bakınca bir de ne görsün? Horozu çitten karşı bahçeye atlamış, komşunun tavuklarından birini yakalayıp üstüne çıkmamış mı?

Eyvah ki, ne eyvah!!!

Şimdi bir başka maraza çıkacaktı komşusuyla aralarında.

“Komşu, hayırlı sabahlar olsun.”

Halit amca, irkilip, sesin geldiği tarafa başını çevirip, baktı. Komşusu açık bir üst kat penceresinin pervazına oturmuş, atlet, pijama, elinde sigara, keyifle sırıtıyordu.

“Yahu ben, senin bu horoza kızıyodum, ama pek yaman bir şeymiş meğer. Senin tavukların işini bitirip, çitten atlayıp bizim bahçeye geldi, şimdi benim tavukları hallediyor. Müsaaden va d’il mi?”

Şaşırmıştı.

“Estağfurullah, ne demek.”

Zurnacıların Hüseyin / Kısa öykü

 


 

Zurnacıların Hüseyin

 

 

“Zurnacıların Hüseyin de zurnacı oluvemiş gari.”

“Abov, bi o eksikti zate.”

Senelerce devlet kapısında memurluk yapıp emekli olduktan sonra Zurnacıların Hüseyin de babasının, abisinin mesleğine merak sarmıştı.

Çalsındı çalmasına, ama bir iki gün, sabahın erken saatlerinden akşamın körüne kadar evde, bahçede zıttırı düttürü zurnasını öttürmeye başlayınca başta kırk yıllık karısı olmak üzere bütün komşular şikayet etmeye başladı.

Karısı zurnanın neden olduğu yüksek sesten rahatsız oluyordu. Uyarılarına rağmen evde çalmaya devam ettiği için çok kızdı.

Sonunda dayanamadı, isyan etti; kavga gürültü derken Hüseyin’e ceza kesti:

“Git zurnanı kırk gün dağlarda çal, ancak seni o şekilde affederim" deyip evi terk etti; küçük bir çıkınla Manisa’daki anasının yanına gitti.

Kaynanası vaktiyle annesini, babasını dinlemeyip Hüseyin’e varan kızını iki gözü iki çeşme birden karşısında görünce “Abov, kızını boş bırakırsan, ya davulcuya, ya zurnacıya kaçar, derlerdi de inanmazdım,” demiş.

Bu laf Hüseyin’in kulağına gidince daha ağırına gitti.

Cezasına razıydı.

Gün ağarınca kümesteki tavukları yemleyip zurnası koltuğunun altında karşıdaki dağın yolunu tuttu.

Jandarmadan izin alarak dağın yamacında bir ağacın gölgesine sığınıp çalmaya başladı. Bu izin işin formalitesi idi. Neme lazım, etraf biraz karışık terörist falan zannetmesinler diye önden haber vermişti.

Çayıra yayılmış otlayan hayvanlar huzursuz olup, kaçışınca çobanlar taşla Hüseyin’i kovaladılar, o da kaçıp daha da yukarılara çıktı.

Dağda, her şeyden ve herkesten uzakta bütün ovayı gören kocaman bir kaya seçti kendisine, üstüne tünedi. Başladı zurnasını öttürmeye.

Her gün böyle… Akşama kadar öttürüp, gün batıp hava kararınca eve dönmeye başladı.

Söyleyenler abartmadıysa rüzgarlı havalarda ta Zeytinliova’dan bile duyuluyormuş zurnasının sesi.

"Müzisyen bir aileden geliyorum. Babam, abim zurnacıydı. Zurna çalmayı ben de çok seviyorum. Hatta bazen çalarken duygulanıp gözlerimden yaşlar geldiği oluyor,” diyen, dağda gündüzleri zurna çalan, geceleri ise evine dönen Hüseyin, kırk günün sonunda eşinin kendisini affetmesi beklentisiyle, ”Affederse kendisine teşekkür edeceğim, ama affetmezse dağlarda çalmaya devam edeceğim,” dedi.

Neyse ki filmin sonu yine mutlu bitti.

Karısı kırk gün dolmadan cezasının yarısı bitmeden geri döndü, ama bir şartla eğer zurna çalmak istiyorsa yine dağın tepesine gidip orada çalacaktı.

19 March 2023

Kendini arayan adam / Kısa öykü

 



Kendini arayan adam

 

Çok içip, işin bokunu çıkarınca işte böyle oluyor.

Evde boğma rakım var deyince Ahmetlerin evinde toplanmışlardı.

Yiyip içip rakı şişesinin dibine vurdular. Bir başkasını açtılar. O da bitti.

Hasan, “Akideşler ben bi koşu bizim eve gidip benim rakıyı getireyim,” diye çıktı.

Yılmaz, “Ben de evdeki şarabı getireyim,” diye çıktı.

Evde Zurnacıların Hüseyin ile Ali kalmıştı. İkisi de çoktan küfelik olmuştu.

Hüseyin de “Ben de bizim eve gidip bi bakayım az da olsa bir şeyler bulurum,” dedi.

Sallana sallana kapıya doğru yürüdü.

Onun durumunu gören Ali, “Hüseyin abi, emin misin? Gitme otur istersen.”

Hüseyin dinlemedi. Dinlemedi, ama ayakta zor duracak haldeydi. Karanlıkta kayboldu.

Hepsi ellerindeki şişelerle geri dönüp yeniden sofraya oturduklarında Hüseyin’in olmadığını fark ettiler.

“Nerde Hüseyin?”

Ali, “Eve gidip ben de bir şeyler getireyim diye çıktı. Otur abi, sarhoşsun bu halde gidemezsin dediysem de dinlemedi,” dedi.

“Yahu başına bir şey gelmiş olmasın?”

“Bi evine gidip bakalım.”

Zurnacıların Hüseyin’in evine gittiler, ama evde yoktu. Evin etrafını dolandılar yoktu. Ormanın içine doğru seslendiler yoktu.

“Ula adam sarhoş, bi de hasta. Bir şey olmasın.”

Biraz daha arandılar. Bulamadılar.

Ahmet, “Ben merak etmeye başladım akideşler, candarmaya haber verelim,” dedi.

 

***

Gözlerini açtığında zifiri karanlık vardı. Ayağa kalkıp zorlukla yürüdü. Aşağıda orman içinde elinde fenerlerle yürüyen bir grubu fark etti. Onlara doğru yürüdü, yola indi.

Askerlerden ve birkaç köylüden oluşan grup yanından geçerken yanından geçen bir jandarma erine “Hayırdır birader, terörist mi va mış?” diye sordu.

“Yok dayı, bir adam kaybolmuş, onu arıyoruz,” dedi.

O da gruba katıldı. Ola ki bir hayrı dokunurdu.

Saatlerce orman içinde, patikalarda yürüyüp adamı aradılar.

Bol pırpırlı başçavuş ara sıra elindeki megafonla “Hüseyin! Hüseyin!” diye bağırıyordu.

Sonra bir cevap gelecek mi diye sessizce bekliyorlar, sonra yola devam ediyorlardı.

Arama grubu yorulmaya, ümidini kesmeye başlamıştı.

Başçavuş, yine megafonu ağzına götürüp:

“Hüseyin Görgülü!” diye bağırdı.

Grup, bir cevap gelecek mi diye yine sessizce beklerken arkalardan “Zurnacıların Hüseyin, “Burda!” diye seslendi.

Başçavuş, sesin geldiği yöne doğru döndü, “Şaka mı bu birader?”

“Yo komutanım, sen Hüseyin Görgülü diye seslendin, ben burdayım dedim.”

“Senin adın ne?”

“Hüseyin,”

“Soyadın?”

“Görgülü.”

“Şaka değil d’il mi?”

“Estağfurullah komutanım.”

“Peki, nerden bileceğiz senin Hüseyin Görgülü olduğunu?”

Zurnacıların Hüseyin, boynunu büktü.

“Be adam, biz saatlerdir gördüğün bunca adamla seni arıyoruz. Sen de bizimle berabersin. Niye boşuna aramayın o adam benim demiyorsun?”

“Komutanım bana bir adam kaybolmuş, onu arıyoruz dediler; bir yardımım olur diye ben de size katıldım. Nerden bilebilirdim ki beni aradığınızı?”

“Megafonla bağırıyoruz ya!”

“Ama Hüseyin diye bağırıyorsunuz komutanım. Bizim buralarda belki bin tane Hüseyin vardır.”

Komutan çok öfkelenmişti, ama sesini çıkarmadı.

19 November 2022

Savaş ve Barış

 


Savaş ve Barış

 

Bu öykünün başlığına bakıp, Tolstoy’un ünlü romanı “Savaş ve Barış” ile ilgili olduğunu zannedeceksiniz belki. Ama değil.

Kasabada yaşayan Haşmet amcanın beş çocuğundan ikisinin isimleri bunlar.

Yahu, bir anne-baba çocuklarına böyle birbiriyle çelişen isimler koyar mı diye itiraz edeceksiniz. Ama oluyor işte.

Haşmet amca, bıkıp usanmadan her sorana anlatırdı:

“Büyük oğlum Savaş,1 Eylül 1939'da Almanya'nın Polonya'yı istila ettiği, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün doğmuştu. Tesadüf bu ya, küçük oğlum Barış da savaşın bittiği, Amerika’nın Japonya’ya atom bombası attığı14 Ağustos 1945'te doğmuştu. Olay bu,” derdi.

İkinci Dünya Savaşı Birinci Dünya Savaşı'nın çıkışından 25 yıl sonra başlamıştı.

Tesadüfün bu kadarı olmaz diyeceksiniz, ama Haşmet amca da Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün, 28 Temmuz 1914 tarihinde doğmuştu. Ve ilk oğlu Savaş, diğer büyük savaşın başladığı 25 sene sonra o yeni evli, gencecik bir delikanlıyken doğmuştu.

Zehra teyze:

“Abovvv,!!! Yeterin gari her doğan çocuğuma bu isimleri koma. Bıktım bu savaşlardan, barışlardan. Benim halim mi va ki her savaşta, barışta çocuk doğuram.“

Savaş, ortaokuldan sonra okula devam etmedi. Babası gibi çiftçilik yapıyordu.

Barış, Ankara’da okumaya gitti. Hukuk okudu, avukat oldu. O yılların olana bitene kayıtsız kalmayan gençleri gibi gençlik hareketine katıldı. Adını 68’lilerin arasına yazdırdı. Siyasi tavrı ve eylemleri nedeniyle başı sık sık derde girdi. Sonra kasabaya dönüp bir taşra avukatı oldu. Düşünce itibariyle kuşkusuz bütün haksız savaşlara karşıydı. Abisine değil tabii. Çok sever, sayardı onu.

Buna rağmen Barış’ın, ismiyle uygun olan sakin, mülayim bir kişiliği vardı.

Savaş da kardeşi gibi haksızlıklara dayanamazdı, ancak nispeten daha hırçındı. Kafası atınca sık sık hır gür çıkarırdı ve içince ileri geri konuşurdu.

Bir iki kere devlet büyüklerine hakaretten içeri girip, çıkmışlığı vardı. Her seferinde avukatı kardeşi Barış idi.

Yine içerideydi.

***

Zehra teyze

“Ayyy savaş çıkmış!” diye koşa koşa geldi

Kızlar sevindi birbirlerine sarıldılar.

“Ayyy ne seviniyosunuz, böyle şeye sevinilir mi?”

“Abla Savaş abim içerden çıkmış demedin mi?”

“Yok, be kız Rusya ile Ukrayna arasında savaş çıkmış,” dedi.