Öylesine tuhaf bir aşk
Aşk nedir ki?
Biliyorum tuhaf bir soru, ama lütfen cevabını da benden
beklemeyin. Saçmalamaktan korkuyorum. Ancak yine de cehaletimi yüzüme vurmaz,
dalga geçmezseniz bir şeyler söyleyeyim: Aşkı tarif edemezsiniz, ama gün gelir birine
fena halde tutulursunuz. İşte o zaman ne olduğunu herkesten iyi anlarsınız.
Kuşkusuz bu duyguyu yaşamak, bilmekten iyidir.
Muhtemelen hepimiz aşık olmuşuzdur. Bazen okuldan, bazen
mahalleden birisine…
Özetle, güzel bir duygudur. Tatmamış olanlara şiddetle
tavsiye edilir. Ama biraz acılıdır, yüreğinizin derinliklerinde hep ince bir
sızı duyarsınız. Gariptir, insanın hoşuna gider bu.
Kötü olan, acısı daha fazla hissedilen imkansız aşklardır.
Ciddiye alınmayacak olanları da vardır. İnsan aşık oldum
zanneder, ancak durum öyle değildir. Bunlar bu duyguyu yaşamak isteyen, sadece
gönlüm boş kalmasın düşüncesinde olanlardır.
Yani aşkların bazısı sahici, bazısıysa öylesine şeylerdir. Oyun gibi
yani.
Sonra biter, geçer gider; hatırlayınca da keyiflendiğimizi
saklamadan güleriz.
Yani, aşk, güzel bir şeydir; ama ömrü genellikle çok uzun
değildir.
Şimdi gülüp, dalga geçiyorsunuz bu yazdıklarıma değil mi?
Ben de ciddiye almıyorum zaten.
Bir kıdemli pavyon şırfıntısını ikna edebilmek için yapılan
konuşmanın uzayan bölümünde aşk felsefesiyle ilgili komik, komikten de öte bir
çuval dolusu zırvaydı bunlar.
Yaşadıklarımız İrfan’ın onulmaz aşkına çare bulabilmek için
başımıza gelmişti.
Hem çocukluk, hem de okuldan gerçekten iyi, çok eski bir
arkadaşımdı. Üstelik uzaktan hısımdık. Aman boş ver, bana ne diyemiyordum.
Ancak bu bizim İrfan’ın aşkı bir başkaydı. Onunki bir tuhaf, bana kalırsa marazi bir şeydi. Aslında belki ciddiye alınmaması gerekirdi
***
Okulda bir müzik öğretmenimiz vardı: Melahat Hanım.
Bize müzik sevgisini aşılayan unutamadığımız
öğretmenlerimizden. O kadarla kalsa iyi. Bir kere çok güzeldi. Sınıftaki bütün
oğlanlar aşıktık. İrfan da aşıktı. Sanırım okuldaki pek çok erkek öğretmen de
ona aşıktı. Kadıncağızın ise muhtemeldir ki bunlardan hiç haberi yoktu.
Hoş bir kadındı, ama biraz saftı galiba. Tayini çıkıp ta
ilk geldiğinde kasabanın girişindeki “kavun anıtı”nı görmüş, bize “Burasının
sembolü kavun galiba, sizin kasabada çok kavun ağacı olmalı,” demişti. Bütün
sınıf dakikalarca kahkahalarla gülmüştük.
Kasabalılar, çok uzun süre, akıllarına geldikçe, “Yahu,
kadıncağız kavunu ağaçta yetişiyor sanıyor,” diye gülmüştü.
Rivayete göre coğrafyacımız Halit Bey, bir keresinde
öğretmenler odasında “Aman sakın bir kavun ağacının gölgesinde dinlenip,
uyumaya falan kalkmayın. Maazallah dalından kopan olgun bir kavun başınıza
düşebilir,” diye kadıncağızı tiye almıştı.
Melahat Hanım’ın tek kusuru sanırım buydu; o da zaten
sonradan tarla, bostan gezdikçe işin aslını öğrendi.
Derse bazen gramofonunu, plaklarını kucaklar getirirdi.
Onun derslerinde dünyamız değişirdi. O zamana kadar ne
Mozart’ı, ne Beethoven’i, ne de Çaykovski’yi, Paganini’yi, Vivaldi’yi bilirdik.
Plakları çalar, bitince hala dinlediği müziğin etkisinden
kurtulamamış, dalgın gözleriyle bize bakıp, merakla sorardı:
“Nasıl çocuklar, güzel mi?”
Hep bir ağızdan, “Çok güzeeel!” diye bağırırdık.
O, mutlu olur, sevinirdi; “Çok güzel!” dediğimizin onun
buğulu yeşil gözleri olduğunu bilmezdi, anlamazdı.
Sonra… Birkaç yıl sonra tayin olup gitti. Uzaklara, adını
bile bilmediğimiz bir başka şehre…
O gidince müziğe ilgimiz de bitti.
Kolay unutmadık tabii ki Melahat öğretmeni. Ama tayin olup
gitmişti işte. Hayatımızdaki en güzel öğretmenimiz olarak anılarımızda yerini
aldı.
Zaten ondan sonra da hiç iyi bir müzik öğretmenimiz olmadı.
Hele güzel olanı hiç olmadı.
***
Büyüdük, okullarımızı bitirdik, iş güç sahibi olduk;
bazılarımız evlenip, çoluk çocuğa karıştı.
İyi kötü para geçti elimize. Kimimiz araba, kimimiz başını
sokacağı bir ev, ben de kulağıma gelen bir tüyoya inanıp, otoyol geçecek, çok
değerlenecek diye dağın başında bir arsa aldım.
İrfan, kendisine çok pahalı bir müzik seti aldı. Kocaman
kolonları olan, Melahat Öğretmeni bile kıskandıracak bir müzik seti.
Ben de iş icabı İstanbul’a bir gittiğimde, Tünel’e yakın
bir müzik mağazasından birkaç klasik müzik plağı aldım. Anladığımdan değil,
mağazadaki satıcı çocuğa sordum.
Hay, almaz olaydım. Çok sevindi aldığım plakları görünce. Çok
sevindi, ama takıntı haline getirdi. Sabah akşam bu plakları dinliyordu. Hele
arada konuşurken Melahat Öğretmenin adı geçince gözleri buğulanıyordu.
Bir ara İrfan, “Ben bu Melahat Öğretmeni bulacağım,” diye
tutturdu.
Zor tuttuk. “Bırak oğlum, kim bilir kadın nerelerdedir? Belki
evlenip barklanmıştır. Muhtemelen yaşlanmış, çirkinleşmiştir.”
Bu adama laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Hele
biraz da içti mi sorma gitsin; başlıyordu ağlamaya. Neyse sonra kendine
geliyor, plakları dinlemeyi sürdürüyordu.
Zavallı anacığı, “Evladım, biraz ara ver, daha kısık sesle
çal. Komşuları başımıza toplayacaksın,” diye yalvarıyordu; ama nafile.
O ise, “Biliyor musunuz komşu Adem amca ne dedi? Müziği
duyan tavukların randımanı artmış, daha çok yumurtluyorlarmış. Kümesin kralı
horoz, adeta bir tenor gibi ötmeye başladı. İnekler de daha çok süt veriyorlarmış,”
diye böbürleniyordu.
Bu merakından dolayı adı “kasabanın enteli”ne çıkmıştı.
İrfan, işi daha da ileri götürdü. “Ben yine aşık oldum,”
demeye başladı. Ancak bu defaki Melahat öğretmen değildi.
“Kim birader?”
“Gülden Ünver.”
“O da kim?”
“Senin getirdiğin plaklarda kemanı çalan kız.”
Hoppala! Bu iyice tuhaf bir şeydi işte. Bizimki görmediği,
plakta keman çalan bir kadına aşık olmuştu.
Aslında bıkmıştım bu herifin tuhaf aşklarından.
Kemancı kadının ismini plak kapağındaki tanıtımda okumuştu.
Ne tanırdı, ne de bir resmini görmüştü. “Kemanı çalan kız,” diyordu. Nereden
biliyordu? Belki yaşlı bir kadıncağızdı… Belki çok çirkindi…
Adama laf anlatmak mümkün değildi.
İrfan, bir dergide dünyanın en güzel on kadın keman
virtiözü diye bir yazı görmüş, resimlerini kesip duvara asmıştı. Anne-Sophie
Mutter, Janine Jansen, Ceren Aksan, Lindsey Stirling ve hiç bilmediğim,
tanımadığım bir kaçı… Allah için hepsi güzel kadınlardı, ama bu kadarı da
fazlaydı.
İrfan’a göre onların hepsi kemanı ağlatan kadınlardı.
Sadece yetenekleriyle değil güzellikleriyle de hayranlarını büyülüyorlardı.
“Senin Gülden bunlardan hangisi?” diye sorduğumda.
“Onun resmi yok, ama eminim hepsinden daha güzel,” diyordu.
Müzik setinde çalan plak kadının keman çaldığı bölüme
gelince, herkesi susturuyor, “Çok güzel yorumlama....Çok güzel, hatta güzel
ötesi,” diye hayranlığını belirtiyordu.
***
Anacığı bir gün beni yakalayıp, “Bak, bu işi sen başımıza
açtın, çaresini de sen bul,” dedi.
Boynumu büktüm. Evet, bir çaresini bulmak lazımdı, ama
nasıl?
Yine sınıf arkadaşımız olan Hikmet, “Benim aklıma bir fikir
geldi,” dedi, anlattı.
İstanbul’a gidip, genelevden falan bir kadın bulup, neyse
parasını verip, getirecektik. “Al işte, senin Gülden’ini bulduk, getirdik,”
diyecektik.
Herifin kafasına elime geçen bir odunu fırlatmak geldi
içimden. Zor tuttum kendimi.
Hikmet’in bulduğu çare de ancak böyle olurdu. Ama benim
aklıma da başka bir şey gelmiyordu. Sonradan uzun uzun düşündüm, belki bir
denemekte fayda vardı.
Ben, İrfan’a gidip, müjdeyi verdim, “Sana Gülden Ünver’i
bulacağız,” dedim. İnanmadı.
“Nerden bulacaksınız ki?” dedi.
Bir yalan uydurdum. “Benim İstanbul’da bir orkestrada davul
çalan asker arkadaşım var. O herkesi tanır,” dedim.
“Davulcu mu?” diye kızıp, bağırdı.
“Küçümseme,” diye itiraz ettim.
Sakinleşti, “Baterist yani,” dedi, “Denemeye değebilir.”
***
Hikmet’in arabasıyla İstanbul’a doğru yola çıktık.
Vardığımızda çoğunlukla kaldığım Sirkeci’deki otele yerleştik.
Ertesi sabah erkenden soluğu Karaköy’de aldık. Yüksek
Kaldırım’a gittik.
Sokağın aşağı ucunda genelev, yukarı ucunda ise İrfan’a
hediye ettiğim, başıma iş açan plakları aldığım müzik mağazası vardı.
İçimden, “Bak Yüksek Kaldırım Sokağı, başıma açılan şu
dertten kurtulayım lütfen. Acı bana,” dedim.
Önce Zürafa Sokağa daldık.
Pencerelerin, kapıların önüne yığılan kalabalığı iteleyip, aralayarak,
“Bakanlar çekilsin, senatörler,” geldi diyerek bütün evleri kolaçan ettik. En
sonunda Hikmet’le ben bir kadında karar kıldık.
Hikmet’e sordum:
“Sence bu kadında kemancı kılığı var mı?”
“Abi, saçmalama nerde olduğumuzu unuttun mu? Hangisinde
kemancı kılığı var ki?” diye cevap verdi. Sonra “Abi ben bir de yakından
kontrol edip, konuşayım,” deyip, olurumu bile beklemeden kadının yanına gitti. Birlikte
merdivenlerden yukarı kata çıktılar.
Ben öbür evlerden bazılarını yeniden gezerken yarım saat,
kırkbeş dakika sonra uçkurunu çekiştire çekiştire, sırıtarak döndü.
“Nasıl, kemancıya benziyor mu?” diye sordum.
“Yani, pek benzemiyor, ama idare eder,” dedi. “Yalnız bir
sorun var, kadın para vereceğiz dediysem de kemancı rolünü kabul etmedi,” dedi.
Bu durumda başka bir aday bulmalıydık.
“Abi, kadının bir akrabası varmış. Beyoğlu’ndaki
meyhanelerde keman çalıp, şarkı söylüyormuş, o size daha çok uyar dedi,” diye
devam etti.
Birden yine umutlandım. Öyle ya kadın keman da çalıyormuş.
Belki Mozart’tan, Beethoven’den birkaç parça da biliyordur.
***
Akşam yine Zürafa Sokağa gittik, kadını da alıp Beyoğlu’na
çıktık.
Yüksek Kaldırım’dan tık nefes tırmanırken kadın koluma
girdi, “Sizinle daha önce tanışamamıştık galiba?” dedi.
Ben kızardım, bozardım. Hikmet, bana bakıp göz kırptı, “Bir
ara tanışsanız iyi olur,” dedi.
Sırasıydı sanki!?
Kemancı kadını bulmak zor olmadı. Ancak meşguldü. Nevizade’deki
meyhanelerin birinden çıkıp, diğerine girip; keman çalıp, şarkı söyleyerek
rızkının peşindeydi. Biz de onun peşinde.
Çalıp söylediği şarkıların hiçbirinin Melahat öğretmenin
bize dinlettikleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu, ama yapacak bir şey yoktu.
Bir nefeslenme anında bir masaya oturtup kadına “büyük
proje”mizi anlattık. Bu herifler kafadan kontak mı diye suratımıza uzun uzun
bakıp, bizi inceledi. Nazlandı, olmaza yattı.
Kalktı, “Ekmek parası lazım, ben biraz çalışayım,” diyerek
kemanıyla yine masalar arasında dolaşmaya başladı.
Daha çok geçmemişti ki masalardan birinde sarhoşlardan biri
bizim kemancı kadına musallat oldu. Göğsünün arasına sıkıştırdığı elli
liralıktan güç bulan herif, kadının orasını burasını mıncıklamaya başladı.
Bizim kemancı iteleyip kurtulmaya çalıştı, ama herif hiç oralı değildi. Daha da
ileri gidip öpmeye kalktı. Bu defa kadın elindeki kemanı herifin kafasına
geçirdi. Adam sakinleşti. Ama keman da sapından ayrılmıştı.
Kadın iki gözü iki çeşme ağlayarak masaya döndü. Elinde ekmeğini
kazandığı sapından ayrılmış kemanı vardı.
Hikmet, teselli etti, “”Merak etme ablacım, ben onu tamir
ederim, eskisinden sağlam olur,” dedi.
Kadın inandı. Elinin tersiyle yüzündeki gözyaşlarını sildi.
Hikmet, bir koşu gidip, yakındaki dükkanlardan birinden
Japon yapıştırıcısı bulup döndü. Elinden gelirdi böyle şeyler. Biraz sonra
masanın üzerinde onarıldıktan sonra dikkatlice konulmuş keman duruyordu.
Hepimiz dokunmaya korkuyorduk.
Hikmet, “Oldu, ama şimdi biraz kurusun; iyice sağlam olur,”
dedi.
Kadının bir saat önce hiç gülmeyen yüzünde güller açmıştı.
Biz çoktan “büyük proje”mizi unutmuş, ümidimizi
kaybetmiştik, ama kadın unutmamış olacak ki, “Tamam kabul ediyorum, ben sizinle
geleceğim,” dedi.
Kadının ismi Zeliha idi. Ama biz ona isminin Gülden Ünver
olduğunu söylemesi gerektiğini tembihledik. Bir de bu meyhane havalarının
dışında bir şeyler bilip bilmediğini sorduk.
“Herhalde yani,” diye çıkıştı. “Meyhane çalgıcısıysak da
zırcahil değiliz. Ortaokuldan terkim, biraz müzik dersi görmüşlüğüm, Mozart’ı,
Beethoven’i duymuşluğum vardır yani,” dedi.
Hikmet’le tam da aradığımız kadını bulduk galiba dercesine
birbirimize baktık.
Ertesi sabah erken yola çıkmak üzere bizim Sirkeci’deki
otele gittik. Hikmet yine yapacağını yaptı, “Abi, şimdi fazla masraf olmasın,
kadın benim odamda yatsın,” dedi.
***
Bilirsiniz, yol uzun ve yorucu. Dura kalka, konaklaya
gittik. Zeliha, pardon bizim Gülden Ünver, yol boyunca arabanın arka koltuğunda
kaykılıp uyudu.
Arka camın önüne de onarımdan sonra sapasağlam olmuş
kemanını dikkatlice yerleştirmişti.
Yolda durduğumuz konaklama tesislerinden birindeki bir
mağazadan ona keman sanatçısına daha çok yaraşır giysiler aldık.
İrfan’ın kapısını çaldığımızda vakit gece yarısına
dayanmıştı.
Uyuyakaldığı televizyonunun karşısındaki koltuktan kalkıp
kapıyı açan İrfan, “Bu saatte ne işiniz var?” diye soran yüzüyle suratımıza
bakıyordu.
Hikmet, benden atik davrandı:
“Oğlum, gözün aydın, bak sana Gülden Ünver’ini bulup
getirdik,” dedi.
İnanmadı tabii; ama yine de doğru mu diye kadını göz ucuyla
süzdü.
Buyur etmesini beklemeden içeri daldık.
“Aç bakalım,” dedim, “Şu senin zulandaki viskiyi.”
“Yahu bu saatte içilir mi?” diye itiraz etti. Sonra da
“Viski yerine rakı olmaz mı?” dedi.
Hikmet:
“Yok, oğlum, olur mu hiç? Sen, bir klasik müzik sanatçısı
hanımefendiye rakı mı içireceksin, meyhane mi burası?” dedi.
Aslında Zeliha için hiç fark etmezdi; rakı, viski, şarap
hepsi makbulüydü. Ne de olsa meyhanelerin kraliçesiydi o.
Kadehler arkası arkasına bitti.
“Eh, bize müsaade; misafirin sana emanet,” deyip ayrıldık.
***
Ertesi günü öğlene kadar kendimize gelemedik. Uyanır
uyanmaz, merak içinde Hikmet’le İrfan’ın kapısına dayandık.
Hayret! Bizimki kapıyı mutlu, sırıtan bir yüzle açtı.
Bizim kemancı kadınla, anası mutfakta bir şeyler
hazırlıyorlardı.
İrfan:
“Arkadaşlar, ikinize de desteğiniz için çok minnettarım.
Beni gerçekten iyi anlamışsınız. Sonunda aradığım aşkı buldum. Zeliha, anamla
da iyi anlaştı, sevdiler birbirlerini,” deyince ikimiz de şaşkınlıkla
birbirimizin yüzüne baktık.
Bizim kemancı kadın, ne kadar tembih ettiysek de gece
içince, unutup isminin Gülden Ünver yerine Zeliha olduğunu söyleyivermişti.
İrfan, bizim şakın bakışlarımız altında devam ediyordu:
“Keman çalmasında entonasyon, tonötüm sorunları varsa da
iyi bir kız. Sevdik birbirimizi. Gülden Ünver kadar iyi olmasını beklemek biraz
haksızlık olur zaten. Hem Gülden Ünver’i hiç görmedim ki, belki bu kusuruna
rağmen Zeliha ondan daha güzeldir.”
Kendinden geçmiş bir halde, “Bu sabah kahvaltıdan sonra
bana Mozart’ın 3 numaralı keman konçertosundan çaldı biraz. Ama tuhaf! Bu nedir
diye sorduğumda, bilmem, öyle bir şey işte dedi bana.”
Moskova,
23 Mart 2017