25 February 2025

Öylesine tuhaf bir aşk ( Öykü )


Öylesine tuhaf bir aşk

 

Aşk nedir ki?

Biliyorum tuhaf bir soru, ama lütfen cevabını da benden beklemeyin. Saçmalamaktan korkuyorum. Ancak yine de cehaletimi yüzüme vurmaz, dalga geçmezseniz bir şeyler söyleyeyim: Aşkı tarif edemezsiniz, ama gün gelir birine fena halde tutulursunuz. İşte o zaman ne olduğunu herkesten iyi anlarsınız.

Kuşkusuz bu duyguyu yaşamak, bilmekten iyidir.

Muhtemelen hepimiz aşık olmuşuzdur. Bazen okuldan, bazen mahalleden birisine…

Özetle, güzel bir duygudur. Tatmamış olanlara şiddetle tavsiye edilir. Ama biraz acılıdır, yüreğinizin derinliklerinde hep ince bir sızı duyarsınız. Gariptir, insanın hoşuna gider bu.

Kötü olan, acısı daha fazla hissedilen imkansız aşklardır.

Ciddiye alınmayacak olanları da vardır. İnsan aşık oldum zanneder, ancak durum öyle değildir. Bunlar bu duyguyu yaşamak isteyen, sadece gönlüm boş kalmasın düşüncesinde olanlardır.  Yani aşkların bazısı sahici, bazısıysa öylesine şeylerdir. Oyun gibi yani.

Sonra biter, geçer gider; hatırlayınca da keyiflendiğimizi saklamadan güleriz.

Yani, aşk, güzel bir şeydir; ama ömrü genellikle çok uzun değildir.

Şimdi gülüp, dalga geçiyorsunuz bu yazdıklarıma değil mi?

Ben de ciddiye almıyorum zaten.

Bir kıdemli pavyon şırfıntısını ikna edebilmek için yapılan konuşmanın uzayan bölümünde aşk felsefesiyle ilgili komik, komikten de öte bir çuval dolusu zırvaydı bunlar.

Yaşadıklarımız İrfan’ın onulmaz aşkına çare bulabilmek için başımıza gelmişti.

Hem çocukluk, hem de okuldan gerçekten iyi, çok eski bir arkadaşımdı. Üstelik uzaktan hısımdık. Aman boş ver, bana ne diyemiyordum.

Ancak bu bizim İrfan’ın aşkı bir başkaydı. Onunki bir tuhaf, bana kalırsa marazi bir şeydi. Aslında belki ciddiye alınmaması gerekirdi 

***

Okulda bir müzik öğretmenimiz vardı: Melahat Hanım.

Bize müzik sevgisini aşılayan unutamadığımız öğretmenlerimizden. O kadarla kalsa iyi. Bir kere çok güzeldi. Sınıftaki bütün oğlanlar aşıktık. İrfan da aşıktı. Sanırım okuldaki pek çok erkek öğretmen de ona aşıktı. Kadıncağızın ise muhtemeldir ki bunlardan hiç haberi yoktu.

Hoş bir kadındı, ama biraz saftı galiba. Tayini çıkıp ta ilk geldiğinde kasabanın girişindeki “kavun anıtı”nı görmüş, bize “Burasının sembolü kavun galiba, sizin kasabada çok kavun ağacı olmalı,” demişti. Bütün sınıf dakikalarca kahkahalarla gülmüştük.

Kasabalılar, çok uzun süre, akıllarına geldikçe, “Yahu, kadıncağız kavunu ağaçta yetişiyor sanıyor,” diye gülmüştü.

Rivayete göre coğrafyacımız Halit Bey, bir keresinde öğretmenler odasında “Aman sakın bir kavun ağacının gölgesinde dinlenip, uyumaya falan kalkmayın. Maazallah dalından kopan olgun bir kavun başınıza düşebilir,” diye kadıncağızı tiye almıştı.

Melahat Hanım’ın tek kusuru sanırım buydu; o da zaten sonradan tarla, bostan gezdikçe işin aslını öğrendi.

Derse bazen gramofonunu, plaklarını kucaklar getirirdi.

Onun derslerinde dünyamız değişirdi. O zamana kadar ne Mozart’ı, ne Beethoven’i, ne de Çaykovski’yi, Paganini’yi, Vivaldi’yi bilirdik.

Plakları çalar, bitince hala dinlediği müziğin etkisinden kurtulamamış, dalgın gözleriyle bize bakıp, merakla sorardı:

“Nasıl çocuklar, güzel mi?”

Hep bir ağızdan, “Çok güzeeel!” diye bağırırdık.

O, mutlu olur, sevinirdi; “Çok güzel!” dediğimizin onun buğulu yeşil gözleri olduğunu bilmezdi, anlamazdı.

Sonra… Birkaç yıl sonra tayin olup gitti. Uzaklara, adını bile bilmediğimiz bir başka şehre…

O gidince müziğe ilgimiz de bitti.

Kolay unutmadık tabii ki Melahat öğretmeni. Ama tayin olup gitmişti işte. Hayatımızdaki en güzel öğretmenimiz olarak anılarımızda yerini aldı.

Zaten ondan sonra da hiç iyi bir müzik öğretmenimiz olmadı. Hele güzel olanı hiç olmadı.

***

Büyüdük, okullarımızı bitirdik, iş güç sahibi olduk; bazılarımız evlenip, çoluk çocuğa karıştı.

İyi kötü para geçti elimize. Kimimiz araba, kimimiz başını sokacağı bir ev, ben de kulağıma gelen bir tüyoya inanıp, otoyol geçecek, çok değerlenecek diye dağın başında bir arsa aldım.

İrfan, kendisine çok pahalı bir müzik seti aldı. Kocaman kolonları olan, Melahat Öğretmeni bile kıskandıracak bir müzik seti.

Ben de iş icabı İstanbul’a bir gittiğimde, Tünel’e yakın bir müzik mağazasından birkaç klasik müzik plağı aldım. Anladığımdan değil, mağazadaki satıcı çocuğa sordum.

Hay, almaz olaydım. Çok sevindi aldığım plakları görünce. Çok sevindi, ama takıntı haline getirdi. Sabah akşam bu plakları dinliyordu. Hele arada konuşurken Melahat Öğretmenin adı geçince gözleri buğulanıyordu.

Bir ara İrfan, “Ben bu Melahat Öğretmeni bulacağım,” diye tutturdu.

Zor tuttuk. “Bırak oğlum, kim bilir kadın nerelerdedir? Belki evlenip barklanmıştır. Muhtemelen yaşlanmış, çirkinleşmiştir.”

Bu adama laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Hele biraz da içti mi sorma gitsin; başlıyordu ağlamaya. Neyse sonra kendine geliyor, plakları dinlemeyi sürdürüyordu.

Zavallı anacığı, “Evladım, biraz ara ver, daha kısık sesle çal. Komşuları başımıza toplayacaksın,” diye yalvarıyordu; ama nafile.

O ise, “Biliyor musunuz komşu Adem amca ne dedi? Müziği duyan tavukların randımanı artmış, daha çok yumurtluyorlarmış. Kümesin kralı horoz, adeta bir tenor gibi ötmeye başladı. İnekler de daha çok süt veriyorlarmış,” diye böbürleniyordu.

Bu merakından dolayı adı “kasabanın enteli”ne çıkmıştı.

İrfan, işi daha da ileri götürdü. “Ben yine aşık oldum,” demeye başladı. Ancak bu defaki Melahat öğretmen değildi.

“Kim birader?”

“Gülden Ünver.”

“O da kim?”

“Senin getirdiğin plaklarda kemanı çalan kız.”

Hoppala! Bu iyice tuhaf bir şeydi işte. Bizimki görmediği, plakta keman çalan bir kadına aşık olmuştu.

Aslında bıkmıştım bu herifin tuhaf aşklarından.

Kemancı kadının ismini plak kapağındaki tanıtımda okumuştu. Ne tanırdı, ne de bir resmini görmüştü. “Kemanı çalan kız,” diyordu. Nereden biliyordu? Belki yaşlı bir kadıncağızdı… Belki çok çirkindi…

Adama laf anlatmak mümkün değildi.

İrfan, bir dergide dünyanın en güzel on kadın keman virtiözü diye bir yazı görmüş, resimlerini kesip duvara asmıştı. Anne-Sophie Mutter, Janine Jansen, Ceren Aksan, Lindsey Stirling ve hiç bilmediğim, tanımadığım bir kaçı… Allah için hepsi güzel kadınlardı, ama bu kadarı da fazlaydı.

İrfan’a göre onların hepsi kemanı ağlatan kadınlardı. Sadece yetenekleriyle değil güzellikleriyle de hayranlarını büyülüyorlardı.

“Senin Gülden bunlardan hangisi?” diye sorduğumda.

“Onun resmi yok, ama eminim hepsinden daha güzel,” diyordu.

Müzik setinde çalan plak kadının keman çaldığı bölüme gelince, herkesi susturuyor, “Çok güzel yorumlama....Çok güzel, hatta güzel ötesi,” diye hayranlığını belirtiyordu.

***

Anacığı bir gün beni yakalayıp, “Bak, bu işi sen başımıza açtın, çaresini de sen bul,” dedi.

Boynumu büktüm. Evet, bir çaresini bulmak lazımdı, ama nasıl?

Yine sınıf arkadaşımız olan Hikmet, “Benim aklıma bir fikir geldi,” dedi, anlattı.

İstanbul’a gidip, genelevden falan bir kadın bulup, neyse parasını verip, getirecektik. “Al işte, senin Gülden’ini bulduk, getirdik,” diyecektik.

Herifin kafasına elime geçen bir odunu fırlatmak geldi içimden. Zor tuttum kendimi.

Hikmet’in bulduğu çare de ancak böyle olurdu. Ama benim aklıma da başka bir şey gelmiyordu. Sonradan uzun uzun düşündüm, belki bir denemekte fayda vardı.

Ben, İrfan’a gidip, müjdeyi verdim, “Sana Gülden Ünver’i bulacağız,” dedim. İnanmadı.

“Nerden bulacaksınız ki?” dedi.

Bir yalan uydurdum. “Benim İstanbul’da bir orkestrada davul çalan asker arkadaşım var. O herkesi tanır,” dedim.

“Davulcu mu?” diye kızıp, bağırdı.

“Küçümseme,” diye itiraz ettim.

Sakinleşti, “Baterist yani,” dedi, “Denemeye değebilir.”

***

Hikmet’in arabasıyla İstanbul’a doğru yola çıktık. Vardığımızda çoğunlukla kaldığım Sirkeci’deki otele yerleştik.

Ertesi sabah erkenden soluğu Karaköy’de aldık. Yüksek Kaldırım’a gittik.

Sokağın aşağı ucunda genelev, yukarı ucunda ise İrfan’a hediye ettiğim, başıma iş açan plakları aldığım müzik mağazası vardı.

İçimden, “Bak Yüksek Kaldırım Sokağı, başıma açılan şu dertten kurtulayım lütfen. Acı bana,” dedim.

Önce Zürafa Sokağa daldık.

Pencerelerin, kapıların önüne yığılan kalabalığı iteleyip, aralayarak, “Bakanlar çekilsin, senatörler,” geldi diyerek bütün evleri kolaçan ettik. En sonunda Hikmet’le ben bir kadında karar kıldık.

Hikmet’e sordum:

“Sence bu kadında kemancı kılığı var mı?”

“Abi, saçmalama nerde olduğumuzu unuttun mu? Hangisinde kemancı kılığı var ki?” diye cevap verdi. Sonra “Abi ben bir de yakından kontrol edip, konuşayım,” deyip, olurumu bile beklemeden kadının yanına gitti. Birlikte merdivenlerden yukarı kata çıktılar.

Ben öbür evlerden bazılarını yeniden gezerken yarım saat, kırkbeş dakika sonra uçkurunu çekiştire çekiştire, sırıtarak döndü.

“Nasıl, kemancıya benziyor mu?” diye sordum.

“Yani, pek benzemiyor, ama idare eder,” dedi. “Yalnız bir sorun var, kadın para vereceğiz dediysem de kemancı rolünü kabul etmedi,” dedi.

Bu durumda başka bir aday bulmalıydık.

“Abi, kadının bir akrabası varmış. Beyoğlu’ndaki meyhanelerde keman çalıp, şarkı söylüyormuş, o size daha çok uyar dedi,” diye devam etti.

Birden yine umutlandım. Öyle ya kadın keman da çalıyormuş. Belki Mozart’tan, Beethoven’den birkaç parça da biliyordur.

***

Akşam yine Zürafa Sokağa gittik, kadını da alıp Beyoğlu’na çıktık.

Yüksek Kaldırım’dan tık nefes tırmanırken kadın koluma girdi, “Sizinle daha önce tanışamamıştık galiba?” dedi.

Ben kızardım, bozardım. Hikmet, bana bakıp göz kırptı, “Bir ara tanışsanız iyi olur,” dedi.

Sırasıydı sanki!?

Kemancı kadını bulmak zor olmadı. Ancak meşguldü. Nevizade’deki meyhanelerin birinden çıkıp, diğerine girip; keman çalıp, şarkı söyleyerek rızkının peşindeydi. Biz de onun peşinde.

Çalıp söylediği şarkıların hiçbirinin Melahat öğretmenin bize dinlettikleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu, ama yapacak bir şey yoktu.

Bir nefeslenme anında bir masaya oturtup kadına “büyük proje”mizi anlattık. Bu herifler kafadan kontak mı diye suratımıza uzun uzun bakıp, bizi inceledi. Nazlandı, olmaza yattı.

Kalktı, “Ekmek parası lazım, ben biraz çalışayım,” diyerek kemanıyla yine masalar arasında dolaşmaya başladı.

Daha çok geçmemişti ki masalardan birinde sarhoşlardan biri bizim kemancı kadına musallat oldu. Göğsünün arasına sıkıştırdığı elli liralıktan güç bulan herif, kadının orasını burasını mıncıklamaya başladı. Bizim kemancı iteleyip kurtulmaya çalıştı, ama herif hiç oralı değildi. Daha da ileri gidip öpmeye kalktı. Bu defa kadın elindeki kemanı herifin kafasına geçirdi. Adam sakinleşti. Ama keman da sapından ayrılmıştı.

Kadın iki gözü iki çeşme ağlayarak masaya döndü. Elinde ekmeğini kazandığı sapından ayrılmış kemanı vardı.

Hikmet, teselli etti, “”Merak etme ablacım, ben onu tamir ederim, eskisinden sağlam olur,” dedi.

Kadın inandı. Elinin tersiyle yüzündeki gözyaşlarını sildi.

Hikmet, bir koşu gidip, yakındaki dükkanlardan birinden Japon yapıştırıcısı bulup döndü. Elinden gelirdi böyle şeyler. Biraz sonra masanın üzerinde onarıldıktan sonra dikkatlice konulmuş keman duruyordu.

Hepimiz dokunmaya korkuyorduk.

Hikmet, “Oldu, ama şimdi biraz kurusun; iyice sağlam olur,” dedi.

Kadının bir saat önce hiç gülmeyen yüzünde güller açmıştı.

Biz çoktan “büyük proje”mizi unutmuş, ümidimizi kaybetmiştik, ama kadın unutmamış olacak ki, “Tamam kabul ediyorum, ben sizinle geleceğim,” dedi.

Kadının ismi Zeliha idi. Ama biz ona isminin Gülden Ünver olduğunu söylemesi gerektiğini tembihledik. Bir de bu meyhane havalarının dışında bir şeyler bilip bilmediğini sorduk.

“Herhalde yani,” diye çıkıştı. “Meyhane çalgıcısıysak da zırcahil değiliz. Ortaokuldan terkim, biraz müzik dersi görmüşlüğüm, Mozart’ı, Beethoven’i duymuşluğum vardır yani,” dedi.

Hikmet’le tam da aradığımız kadını bulduk galiba dercesine birbirimize baktık.

Ertesi sabah erken yola çıkmak üzere bizim Sirkeci’deki otele gittik. Hikmet yine yapacağını yaptı, “Abi, şimdi fazla masraf olmasın, kadın benim odamda yatsın,” dedi.

***

Bilirsiniz, yol uzun ve yorucu. Dura kalka, konaklaya gittik. Zeliha, pardon bizim Gülden Ünver, yol boyunca arabanın arka koltuğunda kaykılıp uyudu.

Arka camın önüne de onarımdan sonra sapasağlam olmuş kemanını dikkatlice yerleştirmişti.

Yolda durduğumuz konaklama tesislerinden birindeki bir mağazadan ona keman sanatçısına daha çok yaraşır giysiler aldık.

İrfan’ın kapısını çaldığımızda vakit gece yarısına dayanmıştı.

Uyuyakaldığı televizyonunun karşısındaki koltuktan kalkıp kapıyı açan İrfan, “Bu saatte ne işiniz var?” diye soran yüzüyle suratımıza bakıyordu.

Hikmet, benden atik davrandı:

“Oğlum, gözün aydın, bak sana Gülden Ünver’ini bulup getirdik,” dedi.

İnanmadı tabii; ama yine de doğru mu diye kadını göz ucuyla süzdü.

Buyur etmesini beklemeden içeri daldık.

“Aç bakalım,” dedim, “Şu senin zulandaki viskiyi.”

“Yahu bu saatte içilir mi?” diye itiraz etti. Sonra da “Viski yerine rakı olmaz mı?” dedi.

Hikmet:

“Yok, oğlum, olur mu hiç? Sen, bir klasik müzik sanatçısı hanımefendiye rakı mı içireceksin, meyhane mi burası?” dedi.

Aslında Zeliha için hiç fark etmezdi; rakı, viski, şarap hepsi makbulüydü. Ne de olsa meyhanelerin kraliçesiydi o.

Kadehler arkası arkasına bitti.

“Eh, bize müsaade; misafirin sana emanet,” deyip ayrıldık. 

***

Ertesi günü öğlene kadar kendimize gelemedik. Uyanır uyanmaz, merak içinde Hikmet’le İrfan’ın kapısına dayandık.

Hayret! Bizimki kapıyı mutlu, sırıtan bir yüzle açtı.

Bizim kemancı kadınla, anası mutfakta bir şeyler hazırlıyorlardı.

İrfan:

“Arkadaşlar, ikinize de desteğiniz için çok minnettarım. Beni gerçekten iyi anlamışsınız. Sonunda aradığım aşkı buldum. Zeliha, anamla da iyi anlaştı, sevdiler birbirlerini,” deyince ikimiz de şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne baktık.

Bizim kemancı kadın, ne kadar tembih ettiysek de gece içince, unutup isminin Gülden Ünver yerine Zeliha olduğunu söyleyivermişti.

İrfan, bizim şakın bakışlarımız altında devam ediyordu:

“Keman çalmasında entonasyon, tonötüm sorunları varsa da iyi bir kız. Sevdik birbirimizi. Gülden Ünver kadar iyi olmasını beklemek biraz haksızlık olur zaten. Hem Gülden Ünver’i hiç görmedim ki, belki bu kusuruna rağmen Zeliha ondan daha güzeldir.”

Kendinden geçmiş bir halde, “Bu sabah kahvaltıdan sonra bana Mozart’ın 3 numaralı keman konçertosundan çaldı biraz. Ama tuhaf! Bu nedir diye sorduğumda, bilmem, öyle bir şey işte dedi bana.”

 

Moskova, 23 Mart 2017


15 November 2024

Foto İhsan’ın fotosu (Kısa öykü)

 


Foto İhsan’ın fotosu

 

 

İhsan’ın İstanbul’dan Tahtakale’den ikinci el Rus mallarının satıldığı bir işporta tezgahından aldığı Zenit marka fotoğraf makinesi kasabanın tarihinin belgelenmesinde çok önemli bir oynamıştı.

Zülfiye’nin nişanında, Sabri’nin sünnetinde, Ahmet ile Seniha’nın düğününde, Mustafa’nın mezuniyet töreninde çekilen fotoğraflar aile albümlerinde yerlerini almışlardı.

“İhsan abi, nişanımda fotoğrafları sen çeker misin?”

“Tabii ki sevgili kardeşim.”

“Abi oğlanın sünneti var. Davetlimizsin. Bir iki fotoğrafını da çekersin artık yeğeninin.”

“Tamam, kardeşim merak etme.”

Böyle işte. Bütün mutlu törenlerde, kasabasının inşaatı yeni biten okulunun açılışında, askerde İhsan gözü hep vizörde, görevde.

İhsan bir gün aniden öldü.

Halbuki hastaneye güle oynaya gitmişti. Ameliyatta bir şeyler ters gitmiş, hayatını kaybetmişti.

Kasabalılar birden İhsan’ın hayatlarında ne kadar müstesna bir yeri olduğunu fark ettiler.

Can kardeşi, arkadaşı Memduh, İhsan’ın cenazesinde kullanılacak yakalıkların basımı ve tabutunun önüne konulmak için bir fotoğrafını aradı.

Bulamadı.

Annesine sordu. Yoktu.

Fotoğrafçı İhsan’ın fotoğrafı yoktu.

Yıllarca Zenit fotoğraf makinesinin vizöründen kasabaya bakan İhsan’ın kameranın önüne geçmeye fırsatı olmamıştı hiç.

Sonunda İhsan’ın ilkokul diplomasındaki siyah önlük, beyaz yakalıklı vesikalık fotoğrafını çoğaltıp durumu kurtardılar.

 

11 November 2024

Emeklinin taze balık bayramı (Kısa Öykü)

 


Emeklinin taze balık bayramı

 

Kasımın ortasında alışıldık bir sonbahar günü. Hava bulutlu, yağmur ha yağdı, ha yağacak. Rüzgar sert değil, ama insanın içine işliyor.

Halbuki dün ne güzel, güneşli bir hava vardı.

Emeklinin günlük yaşamı nasıl olacak? Sabah kalk fırına git, taze ekmek al. Eskiden olsa günlük gazete de alırdı. Ama o iş te bitmişti artık.

Yolunu uzatsa da çarşının içinden geçiyor hep.

Böyle işte, sıradan bir güne başlangıç.

Tam bir balık tezgahının önünden geçerken balıkçının patlayan bağırtısıyla irkildi:

“Hay maşallah! Gerçek uskumru bu,Tuzla’nın denizinden.”

Arkasında tanıdık bir ses:

“Hayret! Saros dışında kalmış mıydı? Bunlar kirliliğe karşı mutasyon geçirmiş nesil olmalı.”

Sesten yana döndü: Elektrik İdaresi’nden emekli komşusu Peyami Bey.

“Şimdiki gençler uskumru ile kolyoz farkını bile bilmezler ne yazık ki!..” diye cevap verdi.

Peyami Bey:

“Vay mirim, nasılsın? Niye görüşemiyoruz?”

“Görüşüyoruz ya.”

“Yok, yani uzun zamandır demek istiyorum.”

Nasıl olsun? Herkesin kendine göre işleri var.

Elektrik, su parası yatırma, hastane kuyrukları, torunlara göz kulak olma,.. Bir sürü iş.

Peyami Bey:

“Benim hanım, İzmir’e ablasına gitti. Evde yalnızım. Güz bekarıyım yani. Öğlende ne yesem diye düşünüyordum. Gel şuradan bir kilo alıp kızartalım.”

“Valla olur mu? Gerçi benim hanım da Göztepe’ye kızına, torun bakmaya gitmişti.”

“Hadi, fazla düşünme gel.”

Bir kilo uskumru, sıvı yağ, bir tava, harlı ateş, biraz yeşillik, bir limon ve taze ekmek.

Alışmış ellerin maharetiyle çabucak hazırlanan bir ziyafet.

Böyle olur, emeklinin taze balık bayramı.

20 August 2023

Terzi Leonidas Efendi / Öykü




Terzi Leonidas Efendi

 

 

Haberi kendisinden önce gelmişti.

Mübadele zamanı gözlerinden akan yaşlarla kasabadan ayrılarak Yunanistan’a giden Leonidas Efendi, aradan geçen onca seneden sonra, sağlığı elverir, bir aksilik çıkmazsa karısı ve oğluyla ziyarete gelmek istiyordu.

Ara sıra gönderilen mektuplarla da olsa bağını hiç koparmadığı çocukluk arkadaşı Vasıf Bey’e yazdığı son mektubunu “Sevgili kardeşim, tanrı ölmeden önce eski memleketimi görme arzumu gerçekleştirmeme yardımcı olur umarım,” diye bitirmişti.

Leonidas Karayani...Terzi Leonidas Efendi...

Yıllarca bir kuş olsam da memleketime uçsam umudunu yüreğinde özlemle biriktirmişti.

Kasabanın yaşlıları bu gözütok, insan canlısı dostlarını, maharetli terzilerini unutmamışlardı. Ve hatta hikayelerini büyüklerinden dinleyen orta yaşlı kasaba insanları da...

Terzi kasabada herkes tarafından sevilirdi.

Onun gitmesiyle kasabanın ışıkları sönüvermişti sanki.

Bazen Vasıf Bey, Leonidas Efendi’nin mektuplarında yazdıklarını kasabanın kahvesinde oturur, tavla oynarken arkadaşlarına anlatırdı.

“Çok üzüldüm. Acıdım vallahi!  Hani bizde bir atasözü vardır: Terziye göç demişler, iğnem yanımda demiş. Ama onunki hiç de öyle kolay olmamış.”

Ailesi ile birlikte Ege’nin dünya güzeli kasabasından, memleketinden Yunanistan'a zoraki göçerken kalbi gibi iğnesi de kırılmış meğer.

Yeni hayatına uyum göstermekte çok zorlanmıştı. Uzun süre mesleğini icra edememişti.

Anadolu’dan göç edenlerin nerdeyse tamamı “yeni” yaşamlarına uzun yıllar alışamamışlardı. Kendilerini vatanlarındaymış gibi hissedememişlerdi.

Göçtükleri bu yeni ülkede, Yunanistan’da, kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmek için bir arada yaşamışlardı. Yerleştikleri yerlere başlarına yeni (Nea) kelimesini ekleyerek geldikleri şehirlerin, kasabaların isimlerini koymuşlardı.

Leonidas Efendi ve ailesi, Atina’da İzmir’den gelenlerin yaşadığı Nea Zmirni semtinde oturuyordu.

Semt sakinlerinin toplaştıkları kahvehanelerde muhabbet dönüp dolaşıp eski memleket hikayelerine gelirdi hep.

***

Vasıf Bey, eski zamanları gençlere şöyle anlatıyordu:

"Bizim zamanımızda daha henüz öyle dükkanlar, hazır elbise mağazaları falan yoktu. Evde dikiş bilen birisi varsa, anamız, ninemiz, artık her kimse o dikerdi, yoksa terzilere diktirirdik.  

Zaten takım elbise dikimi usta terzi işiydi.

Terzinizin elindeki kumaşlardan seçebilir ya da dışarıdan kumaş tedarik edip terzinize götürebilirdiniz. Sonrasında mezura ile boy, basen, bel, göğüs, kol ve bacak boyu ölçünüz alınır, terziniz istediğiniz modele ve ölçülerinize göre bir kalıp çıkarır ve kumaşı biçer, keserdi.

Kumaş biçilip kalıba göre birleştirildikten sonra terziniz sizi provaya çağırırdı. Bu ilk provaya terzilik lisanında ‘çıplak prova’ denirdi. İkinci prova ise ‘telalı prova’ydı. Üçüncü ve genelde son olan provada artık elbise meydana çıkar, son rötuşlar yapılırdı. Elbiseniz hazır olduğunda teslim alır, güle güle giyerdiniz.”

Leonidas Efendi, ustasından öğrendiği mesleğini ilerletmiş, küçük dükkanını adeta bir moda evine dönüştürmüştü.

Terzilik mesleği altın bilezikti bir zamanlar. Usta terziler aynı anda birçok çırak yetiştirmelerine rağmen çırak seçerken mutlaka seçici davranırlarmış. Elinin yatkınlığı, gözlerinin sağlamlığı, dikkatli, sabırlı ve titiz olması bir çırak adayını tezgah başına geçiren önemli etkenlerdenmiş.

***

Leonidas Efendi, giderken dükkanını kıdemli kalfası Şerafettin’e devretmişti.

Adet böyleydi.

Şerafettin Bey, diğer çırakların arasından sıyrılmış, zamanla Leonidas Efendi kadar olmasa bile iyi bir terzi olmuştu.

On yaşında çırak olarak başladığı terzilik mesleğini bu küçük dükkanda devam ettirmiş, elinden iğne ve ipliği düşürmemişti.

Onun da haylazlık ettiği, ustasını kızdırdığı zamanlar olmuştu.

O sabırlı adamı çileden çıkarıp kızdırmak ayrı bir maharetti. Bir iki kere Leonidas Efendi kendine hakim olamayıp kulaklarını çekmişti. Zaten kocaman kulakları vardı. Arkadaşları arasında ustası çektiği için kulakları uzadı diye bir rivayet yayılmıştı. Adı kepçekulak Şerafettin’e çıkmıştı.

Hamarat bir çocuktu. Çıraklığında da, kalfalığında da ustasının eli ayağı olmuştu.

Sabahları dükkana ustasından önce gelir, temizliği yapar; ardından kömür ütüsünün külünü döker, temizler, yeni közleri hazırlardı.

Şerafettin Bey de yıllardır bıkmadan usanmadan aynı işi yapıyordu.  

Ancak siparişleri yetiştirmekte zorlandıkları günler geride kalmıştı. Müşterilerin isteği üzerine takım elbise ve özel pantolon dikmek yerine sökük ve paça tamiri ile ütü yaparak mesleğini sürdürmeye çalışıyordu. Artık allah ne verdiyse...Hazır giyim sektörü; pantolonlar, giysiler daha ucuz oluyordu. Nerdeyse işçilik parasına pantolonlar vardı konfeksiyon mağazalarında. İnsanlar genelde hazır giyimi tercih ediyordu. 

Sadık müşterileri olmasa Şerafettin Usta da ayakta duramazdı.

Ona rağmen her gün dükkanına giderek çok sevdiği mesleğini yapıyordu.

Ustasını aratmamak için elinden geleni yapmıştı.

Ustasının anısına saygıdan dükkanda hiçbir şeyi değiştirmedi. Sokaktaki tabelasını bile.

“Erkek terzisi Leonidas Karayani”

İşgüzar bir kaymakam Şerafettin Bey’i tabela konusunda uyarmıştı:

“Leonidas Efendi yok artık. Tabelayı değiştirmeniz uygun olur,” demişti.

Şerafettin Bey, başına dert almak istemedi. Yeni bir tabela yaptırmayı, “Altın Makas erkek terzihanesi” yazdırmayı düşündü. Bir arkadaşının Türkiye’de neredeyse her şehir ve kasabada “Altın Makas” isimli bir terzi dükkanı olduğunu söylemesi üzerine vazgeçti.

Leonidas isminin üzerine bir makas deseni yaptırıp, monte etti. Tabelada sadece makas resminin yanında “Erkek terzihanesi” yazıyordu.

***

Leonidas Efendi, kasabada yaşadığı yıllarda oranın sadece terzisi değildi.

Küsleri barıştıran. Çaresizlere derman olmaya çalışan bir kasaba bilgesiydi aynı zamanda.

Zamanının boş kısmını fakir fukara için bir kaç parça giysi dikmek için harcardı.

Okula başlayan bütün çocukların önlükleri onun elinden çıkardı.

Hali vakti yerinde olana parasına, olmayana duasına elbise dikmişti senelerce.

Parası olmayan dikiş bedeli yerine üzümünü, kavununu, incirini, zeytinini verirmiş.

İyi bir terziydi. Pek büyük sayılmayan dükkanında sabahlara kadar uğraşıp didinirdi.

En önemlisi dürüst bir esnaftı.

Konuşmalar arasında Leonidas Efendi’nin dürüstlüğüne sıra geldiğinde kasabalıların aklına eski bir olay gelir gülerlerdi:

Yakın kasabalardan birinde başka bir terzi varmış: Terzi Remzi.

Arkasından üç kağıtçı Remzi diye konuşurlarmış.

Müşterilerinden biri takım elbise diktirmek için İstanbul’dan, bir tüccardan pahalı bir İngiliz kumaşı almış, getirmiş.

Birinci prova, ikinci prova derken artık elbise bitme aşamasına gelmiş. Müşteri elbisesini almak için heyecanla terzinin dükkanına gitmiş. Beklerken kapıdan içeri sekiz dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğu girmiş. Terzi Remzi’nin küçük oğlu... Müşteri bir bakmış çocuğun üzerindeki pantolon kendi getirdiği kumaştan arta kalan parçadan yapılmış.

Bereket versin sıska, çelimsiz bir oğlanmış.

Kızmış, bir tuhaf olmuş, ama anlamamış gibi davranıp, yüzlememiş.

Bir keresinde bu olay konuşulduğunda Vasıf Bey, içini çekerek, “Eee, herkes aynı değil. Bu tür şeyler yaşanınca dürüst insanların değeri daha çok anlaşılıyor. Öyle değil mi?” demişti.

O devirde terziler önemli adamlardı.

Kasabanın bütün ileri gelenleri; kaymakam, belediye başkanı, hakim, savcı, doktor bey, okul müdürü, hepsi Leonidas Efendi’nin müşterileriydi. Tüccarlar, eşraftan zenginler, damat adayları...

Kasabalılar onu hiç unutmamışlardı. Fırsatı geldikçe adını anarlardı.

Yerel inanışlara göre de terziliğin önemli bir yeri vardı.

Rüyalarda terzi dükkanı görülmesi kısmet ve rızka delalet ederdi. Herkes için iyiliğe ve adalete işaretti.

Güya rüyada terziden yeni elbise almak zenginler için daha çok mala, yoksullar için refaha, memurlar için bir üst makama terfiye, tüccarlar için bereketli kazançlara, çiftçi için bereketli topraklara, diğer insanlar için ucuzluğa, kalp temizliğine, hamile kadının sağlıklı evlat doğurmasına tabir edilirdi.

Hatice nine, balkonundan, karşı pencereye Avniye ablaya seslendi:

“Kız, duydun mu terzi Leonidas Efendi, geliyormuş.”

“Duydum abla, duydum. Hayırlara vesile olur inşallah.”

***

Haber çabuk yayılmıştı.

Leonidas’ın akranı kasabanın yaşlıları dolaplarında hala muhafaza ettikleri güvelerin iştahını kırmak için keskin ve kendine özgü bir kokulu naftalinlerle korunan takım elbiselerini askılarından indirdiler, torbalarından çıkardılar.

Senelerdir giyilmemiş naftalinli elbiseler, kasabanın ihtiyarlarının yaşlanınca ufalmış bedenlerine bir iki beden bol oluvermişti.

Zamana yenik düşüp, bu dünyadan göçenlerin bir kısmının da oğulları, torunları elbiseleri giydiler.

1960’lı yıllardan birinin güzel, güneşli bir günüydü kocaman siyah bir araba kasabanın yukarı çarşısındaki meydana girince etraftaki kahvelerde bekleşenler sevgili terzilerini karşılamak için ayaklandılar, dışarı fırladılar.

Otomobil meydandaki koca çınarın altına yanaşıp, parketti.

Arabadan önce Leonidas’ın oğlu ve gelini, arkadan hanımı ve Leonidas indi.

Kasabalılar arabanın etrafını sarıp, alkışlar ve ıslıklarla eski dostlarını selamladılar.

Birden naftalin kokan takım elbiseli bir kalabalığın arasında kalan Leonidas şaşırdı.

Yaşlılardan Hafize teyze:

“Abovvv, bizim terzi hiç değişmemiş. Buradan göçerkene neydiyse aynısı.”

Avniye teyze, uyardı:

“Kız, o, Leonidas Efendi değil, oğlu. Terzi şu arkadaki ihtiyar.”

“Aaa, o da kocalmış disene.”

Bu konuşma geçen zamanı özetliyordu:

Oğlu yaşında kasabadan göçen terzi Leonidas Efendi, seksenlik bir ihtiyar olarak dönmüş, memleketini ziyaret ediyordu.

Bastonuna yaslanarak etrafını saran kalabalığı dikkatli gözlerle taradı.

Elbiseleri hayret verecek derecede hatırlıyordu.

“Sen, Mahmut Bey’in oğlusun galiba?”

“Evet, nerden anladınız?”

“Elbiseden. Kumaşından.”

“Kendisi biraz rahatsız, çok istedi, ama gelemedi. Evde.”

“O zaman biz gideriz ona.”

***

Şerafettin Bey, dükkanından fırlayıp ustasını karşılamaya çıktı.

Üzerinde ustasının ona diktiği damatlık elbisesi vardı. Naftalin kokusu dolapta muhafaza edilen bu elbiseye de sinmişti, ama önemli değildi.

Leonidas Efendi’nin üzerinde de o günün anısına kalfasının ona diktiği takım elbise vardı.

Karşılaşmaları çok duygusal anlar yaşamalarına neden oldu. İkisi de ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı.

Şerafettin Bey, Leonidas Efendi’nin elini yakalayıp öptü. Ustası elini kaçırmadı. Usta çırak ilişkisinin bir geleneği idi bu.

Çırak ustasını hiç unutmamış, yokluğunda güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmamıştı.

Leonidas Efendi, yıllarını geçirdiği eski dükkanına girip, kesim masasının arkasındaki arkalıklı koltuğuna oturdu.

Getirilen kahvesini yudumlarken hiç konuşmadan her şeyi gözden geçirdi.

Kesim makası, iğnedenlik, yüksüğü, mezurası, dikiş makinası, hepsi yerli yerindeydi.

Gözleri buğulu, “Yahu neredeyse hiçbir şey değişmemiş sanki. Duvarlardaki resimler bile aynı,” dedi.

Çırağına bakıp, “Terzi, sadece elbise değil, gönül yapmayı da biliyor, kerata,” dedi.

O sırada Leonidas Efendi’nin duvardaki eski saatinin guguk kuşu onu onaylamak istermiş gibi başını çıkarıp günün yeni bir saatinin başladığını haber verdi.

26 March 2023

Şoför muavini / Öykü

 


Şoför muavini

 

 

Şoför muavinliği basit bir iş gibi görünüyor, ama değil, ayrıca yorucu.

Süleyman, tam şöyle en arka taraftaki boş koltuğa oturup, bir nefes alıp, dinlenmeye niyetlenirken hooop ihtiyaç molası.

Sesini, nefesini ayarlayıp otobüsün mikrofonundan anons yapıyor:

“Değerli yolcularımız, aracımız yirmi dakikalık ihtiyaç molası verecektir. Hareket saatinde yerlerinizi almanız önemli rica olunur.”

Hata yapmadan anons yaptığı için gururlanıyor.

Mikrofonun ekosunu da iyi ayarlamıştı bu sefer.

Eskilerde olduğu gibi “Çaylar şirketten, müessesemizin ikramıdır,”  demeyi de çok isterdi, ama artık malum ekonomik nedenlerle olamıyor.

Otobüs park ediyor.

Yolcular tuvalet sırasında önlerde olabilmek için koşturuyorlar.

Bir kısmı da  hemen cebindeki sigara paketine, çakmağına davranıyor.

Bazılarının ayakları uyuşmuş, sarsak adımlarla yürüyüp kendilerine gelmeye çalışıyorlar.

Bir delikanlı, ön koltuklarda oturan gözüne kestirdiği bir kıza yanaşıp, cesaretini toplayıp, “Siz de mi İzmir’e gidiyorsunuz?” diye soruyor.

Kız:

“Sömestr tatili için eve gidiyorum,” diye cevap veriyor.

Oğlan:

“Anladım,” diyor.

Neyi anladığı belli değil. “İzmir’e mi gidiyorsunuz?” diye sormuştu, kız, “Eve gidiyorum,” demişti. Yani kızın ailesi İzmir’de mi yaşıyordu? Bunu mu anlamak lazım?

Neyse, maksat hasıl olmuş, kızla oğlan aralarındaki barikatı yıkıp konuşmaya başlamışlardı.

Süleyman, elindeki tazyikli su fışkırtan hortumu otobüsün ön camına tutuyor.

Cam yolda çarpıp yapışan, uçuşan sinek, böcek ölüleriyle dolu.

Sonra içeriye içme suyu takviyesi yapıyor.

İhtiyar bir adam yanaşıp, “Balıkesir’e daha çok var mı delikanlı?” diye soruyor. “Bak ha, sakın unutma, beni orada indireceksiniz.”

“Tamam abi, zaten yolcumuz var, garaja gireceğiz,” diyor.

Birden 16 numarada oturan “Bana Akhisar’da haber ver evladım,”  diyen yaşlı kadın aklına geliyor.

“Unutmamam lazım,.. unutmamam lazım,” diye içinden tekrarlıyor.

Mola bitiminde kaptan şoför otobüse binip kontağı çeviriyor.

Direksiyonda kaptanların kralı, yılların tecrübeli şoförü Kazım abi var. İlk defa onunla göreve çıkıyor. İkinci şoför de tecrübeli. Onun adı da Zülküf.

İyi, tecrübeli otobüs şoförünün ayağı ikide bir gaza, frene, sonra debriyaja gitmez. Yol iyi, araç da bakımlı ise otobüs asfaltta yağ gibi kayar, gider. Bunlar öyle şoförler işte.

Süleyman, ön koltuktan başlayarak arkaya doğru yolcuları sayıyor, sonra Kazım kaptana doğru “Tamam abi,” diye sesleniyor.

Niyeti su, çay, kahve servisi yaptıktan sonra en arkaya geçip dinlenmek, ama oraya şimdi de ikinci şoför Zülküf uzanmış.

İşini bitirdikten sonra en arkanın önündeki boş koltuklardan birine oturuyor.

Zülküf kaptan, gözlerini aralayıp, “Seninle daha önce birlikte sefer yapmış mıydık delikanlı?” diye soruyor.

“Bir defa yaptık diye hatırlıyorum abi.”

“Çok oldu mu işe başlayalı?”

“Altı ayı geçti.”

“Daha yenisin. Şoförlüğün var mı?”

“Küçük araç ehliyetim var. Babamın bir kamyoneti var. Dükkana mal taşımak için kullanıyor. Ara sıra ona yardım olsun diye ben kullanıyorum.”

“Anladım.”

“Aslında ben coğrafya öğretmeniyim atamam iki senedir çıkmayınca, dayanamadım; bu işi buldum, çalışıyorum. Parası biraz az, ama çaresi yok.”

“Vay, coğrafyacısın öyle mi? O zaman sen İzmir’in hangi eylem ve boylamda olduğunu bilirsin.”

“Ee, yani…”

“İstanbul-İzmir arasında hangi şehirlerden, kasabalardan geçtiğimizi de…”

Güldü.

“Bak, sen genç bir delikanlısın bilmeyebilirsin, eskiden Yugoslavya ve Çekoslovakya diye devletler vardı bilir misin?”

“Bilirim. Okuduk bunları. Ama bu daha çok tarih öğretmenliğinin konuları arasında.”

Meğer Zülküf abi, Boşnak’mış. Yani Yugoslavya göçmeni.

Zülküf kaptan, eliyle yaklaşmasını işaret ediyor. Elini ağzına siper ederek Süleyman’ın kulağına “Bak, çaktırma, Kazım abinin karısı kaçmış. Adamcağız çok dertli. Dikkatli ol. Onu kızdıracak, üzecek bir harekette bulunma,” diyor.

“Tamam abi.”

16. Koltuktaki teyze uyuyor.

“Unutmamam lazım,” diye içinden yeniden tekrarlıyor.

Yolculardan biri ortalarda oturan birini işaret ediyor. O tarafa doğru gidiyor. Adam horluyor. Hem de ne horlama! Motorun gürültüsünü bile bastıracak neredeyse.

Şikayetçi yolcu, dürtüp uyandır gibisinden işaret ediyor.

Çekiniyor. Tereddüt ediyor. Ama yapması lazım.

Zülküf kaptandan destek alabilir miyim diye arka tarafa bakıyor. O ise gözlerini yeniden kapatmış, uyuyor.

Horlayan yolcu kendi yaşlarında bir genç. Efendiden birine benziyor. Ama ne olur, ne olmaz…

Hafifçe omuzuna dokunuyor. Genç delikanlı, gözlerini aralayıp, şaşkın şaşkın bakınıyor. Durumu anlayıp, mahçubiyetle gülümsüyor.

Süleyman:

“Boksör müsünüz?” diye soruyor.

Delikanlı:

“Yooo!” diyor.

“Peki, ya judocu veya karateci falan mısınız?” diye soruyor.

Çocuk sorulara anlam veremiyor:

“Hayır efendim, nereden çıktı?”

“İyi de, o zaman ne cesaretle horluyorsun, kardeşim?”

Genç delikanlı, karşısında gülen Süleyman’a bakıp, espiriyi tam anlamasa bile o da gülüyor.

En arka koltuktaki ikinci şoför uyanmış ön tarafa kaptan şoförün yanına giderken “Bize birer kahve yap ta içelim,” diyor.

Kahveleri verdikten sonra arka taraftaki ikinci şoförden boşalan yere geçiyor.

Çok yorulmuştu.

Bu yorgunluğa dayanmak mümkün mü?

Hemencecik dalıp gitmişti.

Gözlerini açıp camdan dışarı baktığında Akhisar’ı çoktan geçtiklerini, Manisa’ya vardıklarını anlıyor.

16. koltukta oturan yaşlı kadın aklına geliyor. Eyvah ki, eyvah!

Kadın hala uyuyor.

Yerinden fırlayıp kaptan şoförün yanına gidiyor. Durumu anlatıyor.

Kazım Kaptan, “Hay aptal oğlum, hay aptal oğlum!” diye söyleniyor.

İkinci şoför:

“Dönelim bari,” diyor.

Kaptan şoför, anlamsız anlamsız ona bakıyor.

“Yahu, herkes uyuyor zaten, kimse anlamaz.”

Sessizlik oluyor.

Süleyman, “Abi, evet, herkes uyuyor,” diyor.

Kazım Kaptan, yolu kontrol ederek manevra yapıp, geri dönüyor.

Akhisar’a geri geliyorlar.

Süleyman, yaşlı kadının yanına gidip, sessizce uyandırıyor.

“Teyze Akhisar’a geldik,” diyor. “Bagajınız var mıydı? Hangi tarafta?”

Kadın, “Ah yavrum, teşekkür ederim,” diyor. Ayağının dibindeki çantasına uzanıp bir ilaç kutusu çıkarıp, “Doktor günde üç tane içeceksin dedi. Birini otobüse binmeden önce içmiştim. Kızım diğerini otobüs Akhisar’a varınca içeceksin, sakın unutma anneciğim demişti. Hadi bana bir bardak su getir de ilacımı içeyim.”

Kadının inmeyeceğini öğrenince şaşkınlaşmış suratıyla gidip, şoförlere durumu anlatıyor.

Önce kızıyorlar, ancak sonra olayın komikliğinden dayanamayıp hep birlikte kahkahalarını salıveriyorlar.

Süleyman, gidip bir şişe su götürüyor kadına.

Birer kahve daha yapıyor kaptanlara.

Manisa’ya kadar durup durup, yeniden hatırlayıp gülüyorlar.

Zülküf kaptan, “Peki, orta sırada oturan delikanlıyı uyandırıp, ne söylemiştin ona?” diye soruyor.

Süleyman, orta sırada oturan delikanlıya baktı. Yine uyuyordu, ama bu defa horlamadan.

Onunla ne konuştuklarını söyledi kaptanlara, sonra yakın zamanda başından geçen başka bir olayı anlatmaya başladı:

“Abi, belki siz de duymuşsunuzdur; bir defasında başka kaptan abilerle, Yılmaz abi ve Mükremin kaptanla görevdeydik. Yine böyle horlayan bir yolcu vardı otobüste. Gittim, nezaketle adamı uyandırdım. Adam gözlerini açtı, kötü kötü baktı. Çeneme bir yumruk çaktı. Bir de öbür eliyle suratıma tokadı yapıştırdı. Şaşırmıştım. Görevim icabı adamı kibar bir şekilde uyandırmıştım. Arkadan Yılmaz abi, olayı gördü koşturarak yanımıza geldi. Herif ona da iki yumruk çakıp, devre dışı bıraktı. Mükremin kaptan da olayı fark etmişti. Otobüsü sağa çekip, durdurdu, yanımıza geldi. O da iki üç yumrukla heriften nasibini aldı. Bütün yolcular uyanmış, dehşetle bizi izliyorlardı. Adam azgın bir boğa gibiydi. Başa çıkılabilecek gibi değildi. Tırstık, vazgeçtik herifle uğraşmaktan. Adam, bizim halimize gülüp, pis pis sırıttı; ‘Benim adım Cengiz, boksörüm; bu vesileyle tanışmış olduk,’ dedi. Koltuğuna oturup, yayıldı, sanki hiçbir şey olmamış gibi yeniden uyumaya başladı. Biz de çaresiz, adama bulaşmamaya karar verip yola devam ettik.”

Kazım kaptanla, ikinci şoför Zülküf kaptan yine gülme krizine yakalandılar.

Maceralı, ama aslında eğlenceli bir başka yolculuğun nerdeyse sonuna gelmişlerdi.

Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Aşağılarda güzel İzmir’in ışıkları gözükmeye başlamıştı.